YENİDEN
Başlamak en zoru. Hele ara verdikten sonra başlamak başka türlü bir zorlukmuş. Düz yazı yazmayalı neredeyse iki yıl olmuş. Oysa en çok keyif aldığım ve zihnimin çarklarını sürekli işler halde tutan uğraşlardan biri yazmak. Yaklaşık dört yıl önce yazdığım uzun öykü Arkadaş’tan sonra hemen hemen aynı dönemlerde başlayıp eş zamanlı sürdürdüğüm bir başka öykü daha vardı: Akışa Aykırı Davranışlar (AAD). Önce pandemi, sonra üniversite mezuniyeti, atama, iş hayatına başlangıç ve hayatın akışının farklı yataklara karışmasıyla birlikte yazmak iyice parmaklarımın alışkanlığından çekilmişti. Ne var ki her durgunluğun çağıldamaya başladığı bir dönem oluyor.
Bu iki yıllık süreçte yaşamımda önemli değişiklikler oldu. Hekimliğe başladım, pratisyenlik yaptım, Suriye’de çalıştım, Acil asistanlığına başladım, birçok şehir gezdim, çok güzel bir kadınla tanıştım, evlendim… İnsan ömrü için kısa sayılabilecek zamanda kayda değer aşamalardan geçtim. Bu dönüşümün içinde maalesef farkında olmadan feda ettiğim ilk şey yazmak oldu. Virginia Woolf, kadınların üretebilmesi için kendine ait bir odaları olması gerektiğini söyler. Bunun anlamı yazmak için gereken odaklanmaya olanak verecek izole bir alanın gerekliliğidir. Masa başından uzaklaştıkça eliniz de soğumaya başlıyor. Hani şairlik, imge avlamadan kapıyı açık tutmaktı ya; yazmak da aynı fasıl. Kapıyı konuya açık tutmak, çevrendeki her uyarana yazar gözlüğüyle bakmak. “Ulan bundan ne güzel öykü olur.” demek değil, farkında olmadan öykü olacak o kıvılcımı almış olmak. İşte ara verince, masadan uzaklaşınca bu hassasiyetten de uzaklaşıyor insan. Kıvılcım gelse aleve dönecek kav bulamıyor, sönüp gidiyor.
Bu süreç içinde ne kadar masadan uzaklaşmış olsam da bırakmadığım – doğrusu, beni bırakmayan – tek ve ana yolum şiir oldu. Şu an bir şeyler yazmak için yeniden düzenli olarak masaya oturabildiysem şiir sayesinde. Can çıkar huy çıkmaz derler ya, şiir bende huy olmuş. Dünya yansa gene bir elim kitapta bir elim kalemde oldu. Pek tabii bu iki yıl için şiir adına en verimli zamanlarımı geçirdiğimi iddia edemem ancak uzun aralıklarla da olsa yazma sürekliliğini sağladığım için kendi içimde memnunum. Şiir, bu yazının konusu olmayacak ancak ilerleyen yazılarda şiirle ilgili biriken birkaç konudan bahsetmeyi planlıyorum.
Yazı yazmaya yeni başladığım dönemlerde yılda bir “Masaüstü” adıyla bir yıl sonu değerlendirmesi paylaşıyordum. O dönemki çalışma masamın üzerini beyaz kağıtlarla kaplayıp bir yıl boyunca üzerine aldığım türlü notları, alıntıları ve ilginç anıları derleyip burada paylaşıyordum. Toplamda dört yıl sürdürdüğüm bu alışkanlık da yukarıda saydığım nedenlerden dolayı sekteye uğradı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse arşivcilik huyum şekil değiştirdi. Artan sanal olanaklarla birlikte ben de kayıt tutma ihtiyacımı bilgisayar ve telefon üzerinden ilerletmeye ağırlığı verdim. O yüzden sizinle paylaşacağım analog bilgilerim kalmadı.
SIRADANLIK
Malum hepimiz çalışıyoruz. Yaşamak için paraya ihtiyacımız var. Yaşamın gerçeklerini göz ardı ederek yapay bir dünya yaratmanın, öyleymiş gibi yapmanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Ancak günlük uğraşlarımızın içinde debelenip durmayı da doğru bulmuyorum. Çoğu zaman bir sonraki gün önemi olmayacak konulara o kadar dalıyoruz ki kendimizi bir girdabın içinde çıkmamacasına dönüp dururken buluyoruz. Bu kör sarmala girdiğini görebilmek başlarda çok güç oluyor. İnsanın onu dışarıdan gören bir göze ihtiyacı oluyor. Ancak çevrenizdeki insanlar da sizinle aynı çıkmazın içindeyse ki günümüz şartlarında çoğunlukla böyle, hep birlikte aynı sonsuz sorunların içinde mücadele ediyoruz.
İlk kez dört beş yıl önce bu durumu farkına vardım. Diyebilirsiniz ki suyun kaldırma kuvvetini mi keşfettin, farkına vardığın şey çok basit. Doğru, zaten bu kadar basit olduğu için fark etmesi zor. Gözünün önünde olunca başka yerlerde arıyorsun. Ne zaman içinde bulunduğum andan bunalsam, kendimi çok kötü hissetsem; bir an duruyorum ve “ben ne yapıyorum?” diye kendime soruyorum. Hani yakın bir arkadaşınız çok saçma bir şey yapıyormuş da hafiften alaycı bir tonla ona “sen ne yapıyorsun?” diye sorar gibi. Şu an kendimi yiyip bitirdiğim şeyin yarın bir önemi olacak mı? İçinden çıkamadığım o durumda kendi sıradanlığımı, basitliğimi kendime hatırlatıyorum. Yanlış anlaşılmasın, kendimi aşağılamıyorum, yalnızca evrendeki yerimi bulmaya çalışıyorum. İnsanlar sıradanlıktan çekiniyor, ürküyor. Herkes bir şekilde kendini ötekilerden ayırmak için kendine bir farklılık katmaya çalışıyor, ama iyi ama kötü. Ben de bu tepinmenin içinde boğulurken uzun bir zamanda yavaş yavaş gelen bu farkındalıkla aslında ne kadar sıradan olduğumu gördüm. Ben sonsuz evrendeki soluk mavi noktada, o kilometrelerce karelik noktanın bir metrekarelik bir alanını işgal eden basit bir insanım. Yani yerim belli. Hayatımın yüzde doksan beşi bir şehrin yirmi kilometre yarı çapında geçiyor. İnsanım, robot değilim. Yapabileceklerimin sınırı var. Fazlasına gücüm yetmiyor. Yetmesini de beklemiyorum. Daha da çarpıcısı, öleceğiz. Kızdığım, sevdiğim ve henüz hiç görmediğim herkesle birlikte. Yarın ölebilirim düşüncesi çoğunuzu huzursuz ederken beni -gariptir- rahatlatıyor. Tartışmak, bağrışmak, küsmek, intikam almak; bana anlamsız geliyor. Milyonlarca yıldır dönen evrenle birlikte en iyi ihtimalle seksen yıl da ben döneceğim. Bu kısacık ömrü neden böyle tüketeyim? Yaşamdan çok büyük beklentilerim de yok. Belki de keyfimi yerinde şeylerden biri de bu. Düşük beklenti. Bundan kastım vizyonsuzluk değil, gerçekçilik. Çevremdeki insanlar benden duymuştur, yeri gelince söylerim: Çayımızı çorbamızı içeceğiz, iki sohbet muhabbet, sonra zaten hepimiz öleceğiz. Bu acele niye?
İnsanlar sıradan olmaktan korkuyor demiştik ya işte ölüm herkesi aynı paydada eşitleyip sıradanlaştırıyor. Bu da beni bu hayatta bir şeyler üretmek ve artı değer katmak için güdülüyor. Hayatı tükenen bir olgu olmaktan çıkarıp yaşadıkça biriken bir bütüne ulaşmak için güç veriyor. O son anda, Nazım’ın dediği gibi yaşadım diyebilmek için…
Comments