top of page

Kısık Sesle Oku, Kimse Duymasın: Garip Şiiri Örnekleriyle Terazide

  • Yazarın fotoğrafı: Nurullah Samet Yılmaz
    Nurullah Samet Yılmaz
  • 18 Tem
  • 10 dakikada okunur

🕰️ Not: Bu yazı, Garip şiirinin dilsel ve düşünsel yapısını Nazım Hikmet şiirleriyle karşılaştırarak tartışmakta ve şairlerin zamanla şiir anlayışlarında yaşadığı dönüşümleri örneklerle incelemektedir. Okuma süresi: yaklaşık 15 dakika.

Giriş

Ölçüsüzlüğün garip ölçüsü adlı yazıda, Garip düşüncesinin şiirde nelere karşı olduğu ve kendi yazın dünyamıza getirdiği yenilikler üzerinde durmuştuk. Garip üzerinden yola çıkarak ölçü ve uyağın, bir şiirin oluşumunda neden olabileceği olumsuz etkileri tartışmıştık. Yazıların birbirine dokunmasını önemsediğim için önceki yazıda işaret ettiğim konudan ilerleyeceğim. Garip şairlerinin çizdiği şiir çerçevesiyle ürettikleri yapıtların ilişkisini, daha doğru ifadeyle iyi ve kötü uygulamalarını ele alacağız. Başarılı ve başarısız örnekleri hakkıyla inceleyebilmek için önce onların iyi bir şiirden beklentilerini başka bir şairle karşılaştırarak anlatmaya çalışacağım. Bu kıyas için de Nazım Hikmet’ten yararlanacağım. Buradaki amacım iyi-kötü yargısına varmaktan çok Garip şiirlerinin eklemlerini daha iyi hissetmek için Nazım Hikmet’i bir ayna olarak kullanmak.


Kısık Sesle Okunan Şiir

Celal Üster’in, Melih Cevdet Anday’la yaptığı söyleşinin metninde Anday şöyle diyor: “Garip şiiri, alçak sesle odalarda okunacak bir şiirdir. Nazım Hikmet gibi büyük hitapları yoktur.”

Bu söz; Garip şiirlerinden duyulan sesin en yalın tarifi sayılabilir. Gerçekten de Nazım Hikmet’in şiirlerinin çoğunluğu bir nida içerir. Miting meydanında konuşan karizmatik liderler gibi insanları birleştirir, peşinde sürükler. Dışarıdan bakınca ölçüsüz görünür ancak kesintisiz ve ahenkli bir akışı vardır. Şiir dilinizde takılmaz. Uyaklar, Anday’ın aynı söyleşide söylediği gibi Nazım Hikmet şiirlerinde bir nevi cümle sonundaki nokta gibidir. Orada olması elzemdir, yokluğu şiirin akışında eksiklik hissi bırakır. Oysa Garip şiiri, iddiasız ilerler. Büyük sözler söylemez, büyük lokmalar yemez. Bir kalabalığa okunmak için yazılmış gibi değildirler.

Ne demek istiyorum hadi örneklere bakalım. Önce Nazım’dan çok sevilen ve çok bilinen Yaşamaya Dair adlı şiirin ikinci kısmının son bölümünü alalım.

Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla                                     yani, duvarın ardındaki dışarıyla. Yani, nasıl ve nerede olursak olalım           hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

Dikkatle baktığınızda Garip şairlerinin itiraz ettiği ölçü de yok uyak da yok. Hatta söz sanatı da yok. Hapisteyiz, yaşımız elli, demir kapının açılmasına on sekiz sene var ve biz dışarıyla birlikte yaşamaktan geri durmuyoruz. Orhan Veli’nin şikayetçi olduğu şairanelik yok. Her şey yalın ve açık. Tümüyle onların zihniyetine benziyor diyebiliriz. Biçemi saymazsak… Şiirdeki yüksekliğin, insanlara seslenme hissinin, belki öfke belki de coşkunluğun sizi nasıl sardığını fark ettiğinizde bunun Garip şiirinde asla bulamayacağınız bir duruş olduğunu kolayca görebilirsiniz. Anday’ın Rahatı Kaçan Ağaç adlı şiirini okuyarak farkı görmeye çalışalım.

Tanıdığım bir ağaç var Etlik bağlarına yakın Saadetin adını bile duymamış Tanrının işine bakın.
Ona bir kitap vereceğim Rahatını kaçırmak için Bir öğrenegörsün aşkı Ağacı o vakit seyredin.

Açıklamasam bile ayrımı görebileceğinizi düşünüyorum. Evet yine söz oyunu yok, yine ölçü yok, uyak yok ama dildeki nahiflik bizi başka bir akışa yönlendiriyor. Ağaç, Nazım’ın şiirlerinde geçmemiş midir, geçmiştir. Ama çoğunlukla bir araç olarak. Hitabeti güçlendiren, asıl konuya ulaşmaya götüren bir nesne. Oysa Anday’da ağaç, şiirin kendisine dönüşmüş. Nazım soyut ya da somut bir güçle hesaplaşırken Anday, kendi koltuğuna oturmuş sokaktaki ağaca bakarak aklından bir şeyler geçiriyor gibi. Nazım, mahkeme salonunda son sözünüz nedir sorusuna yanıt verirken Anday yakın arkadaşıyla sohbet sırasında espri yapıyor gibi.

Orhan Veli’den devam edelim. Eskiler Alıyorum adlı şiirini okuyalım.

Eskiler alıyorum Alıp yıldız yapıyorum Musiki ruhun gıdasıdır Musikiye bayılıyorum. 
Şiir yazıyorum Şiir yazıp eskiler alıyorum Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam

Çok nahif ve duru bir şiir. Gerçekten sevdiğim ve ince zekâsını gösterdiğini düşündüğüm dizelerden biri. Ancak bu şiiri kalabalık bir topluluğa yüksek sesle okumaya kalktığınızda, ortamdaki herkesle aynı duyguda buluşmak zor olabilir. Dinleyicilerin şaşkın bakışları arasında, bir noktadan sonra siz de kendinizi o meşhur rakı şişesinde balık gibi hissetmeye başlarsınız. Sözcükler ne kadar zarif ve ustalıkla seçilmiş olsa da, bu tür bir şiir, toplu okumalarda bir “şiirden önceki an” gibi kalabilir. Şimdi Oktay Rifat’tan bir örnekle devam edelim.

Nedir bu benim çilem Hesap bilmem Muhasebede memurum En sevdiğim yemek imam bayıldı Dokunur Bir kız tanırım çilli Ben onu severim O beni sevmez

Gördüğünüz gibi Oktay Rifat da sanki gözleri bir yere takılınca aklından geçenleri çabucak bir kâğıda yazmış gibidir. Bu noktada Anday’ın sözlerini hatırlayalım. “Garip şiiri, alçak sesle bir odada okunur.” Bu şiirler, şiiri şairi kadar derinlemesine kavrayamayan geniş okur kitlelerine yüksek sesle okunmak üzere yazılmış metinler değildir.

Kalabalığın Şiiri Kalabalığa Okunur mu?

Aslında Anday, Orhan Veli’nin şiirini —dolayısıyla Garip şiirini— 'Kalabalığın Şiiri' olarak tanımlar. Bu tanım Orhan Veli üzerine yazdığı yazıların derlendiği kitaba da adını veriyor. Tabii insan ister istemez şunu soruyor: Kalabalığa okunmayan bir şiir nasıl kalabalığın şiiri olabilir? Bu ilk bakışta bir çelişki gibi dursa da, anlamını biraz kurcalayalım: Toplumun geniş kesimlerinin gündelik yaşamını anlattığı için kalabalığın şiiridir; ancak her okura seslenemediği, herkesçe kolay özümsenemediği için aynı zamanda kalabalıkların okuyamadığı bir şiirdir.

Tabii düşüncemi haklı çıkarmak için örnekleri yanlı seçmiş gibi görünmek istemiyorum. Hem Garip şiirleri içinde hem de Nazım’ın şiirleri içinde birbirinin alanına giren örnekler bulunuyor. Örneğin Nazım’ın aşk ve gurbet temalı şiirlerinin çoğu benzer tonda sakin bir anlatım içerir. 24 Eylül 1945 adlı şiire bakalım.

En güzel deniz:                         henüz gidilmemiş olandır. En güzel çocuk:                          henüz büyümedi. En güzel günlerimiz:                                  henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:                          henüz söylememiş olduğum sözdür.

Bir de Orhan Veli’den Bayrak şiirinin ilk bölümünü okuyalım.

Ey bir muharebe meydanında  Avuçları kanımla dolu, Kafası gövdemin altında, Bacağı kolumun üstünde, Cansız uyanan insan kardeşim!

Görüldüğü gibi her iki şair de benzer biçemlerde şiirler yazmıştır. Ancak aralarındaki esas fark, şiirin uzandığı yöndür. Orhan Veli’nin şiir yaşamı boyunca, Bayrak gibi toplumsal bir içeriğe sahip yalnızca bir-iki şiirine rastlanırken, Nâzım Hikmet’in bir bütün olarak 'Kuvâyi Milliye Destanı'nı kaleme almış olması bu ayrımı daha belirgin kılar. Şiir dili benzeşse de yüklenen anlam ve amaç büyük ölçüde farklılaşır.

Şiirin Manifestosu Olur mu?

Şu ana kadar, önceki yazılardan başlayarak başta Orhan Veli olmak üzere Garip şairlerinin Türk şiirine getirdiği yenilikleri genellikle olumlu bir çerçevede ele aldım. Üç şairin birlikte yayımladığı Garip kitabının başındaki manifestoyla ortaya konan şiir anlayışının, uygulamada en başarılı örneklerini birlikte inceledik. Peki, bu her zaman böyle mi sürmüştür?

Genellikle, bir grup sanatçı önce bir araya gelip birlikteliklerinin nedenini sonradan tanımlıyorsa, nasıl üreteceklerine dair koydukları kurallar kalıcı olmuyor. Edebiyat tarihimizde Fecri Ati bunun en bilindik örneği. Çünkü üretimin doğal akışı dışında, önceden belirlenmiş kurallarla sanat üretmek beraberinde birçok sorun getirir. Bunlardan birkaçına değinelim.

Sanatçının bireyselliği; üretim sürecinin ana gücüdür. İster topluma seslensin ister iç dünyasına; seçtiği yol her neyse onu nasıl uygulayacağını günün sonunda sanatçının kişiliği belirler.

Amacı toplumu eğitmek olan iki sanatçı düşünelim. Neyi nasıl yapacaklarını ne kadar belirlerse belirlesinler, bir noktada olayı ele alış biçimleri birbirinden farklı olacağı için ortaya çıkan sonuç giderek başta düşlenenin dışına çıkar. Çünkü üretme süreci başlayınca her sanatçı kendi bacağından asılır.

Bir sanatçı, sanatçı olmadan önce insandır. İnsanın sürdüğü yaşamı kendisi gibi deneyimleyen bir başkası yoktur. Edebiyat derslerinde öğretilen sanat ile zanaatın farkı da buradan gelir. Sanat eseri tektir, biriciktir. Onu biricik kılan, üreticisinin de biricik olmasıdır. Sanatçı doğaüstüdür gibi hamasi bir pencereden söylemiyorum. Sanatçı kimliğinden bağımsız olarak her insan biricik olduğu için bu böyledir.  Dolayısıyla bir grup sanatçı ortak bir amaç etrafında toplansa da, her biri farklı yaşamlar sürdüğü için bu çeşitlilik kaçınılmaz olarak üretimlerine yansır. Adına özgünlük dediğimiz şey de tam olarak bu farklılıklardan doğar.

Bu yüzden “Biz şu amaçla ve şu tarzda şiirler yazacağız” diyen şairler ancak birkaç yıl boyunca sözlerine bağlı kalabilir. Yaşamak durgun bir suda hareketsiz beklemek gibi olsaydı yıllar boyu aynı tarzda şiir yazmak mümkün olabilirdi. Ancak yaşamın akışında insan değişirken, değişen insanın ürettiği şiirin aynı kalması olanaksızdır.

Garip şiirine olan da budur. Söz sanatları olmasın, konuşma dilinde olsun, gündelik sorunlar anlatılsın diyerek yola çıkan üç şairin on yıl sonraki şiirlerine bakınca karşı çıktıkları her şeyin şiirlerinde yer aldığını görebilirsiniz. Bu on yıllık sürede Orhan Veli’nin ömrü yetmediği için incelemenin odağını biraz daha Anday ve Rifat’a kaydıralım. Anday’ın 1952’de yayımladığı Telgrafhane adlı kitabından aynı başlıklı şiirinin ilk bölümünü okuyalım.

Uyumayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o sen değilsin Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin

Tekrara düşmemek için nedenini nasılını daha fazla kurcalamayalım ama tam bir Garip şiiri. Bir de bundan on yıl sonra yayımladığı kitabı “Kolları Bağlı Odysseus”a bakalım. Şiiri okumasak bile değişimi daha başlıktan görebiliyoruz. Ne süssüz bir dil seçilmiş ne de gündelik insanı merkeze alınmış. Şiirin son bölümünden bir parça okuyalım.

O yabansı, o büyülü türküleri ben Söylüyordum sağır gemicilere Yalnız ben duyuyordum Sirenleri. Kirke, bilge tanrıça, selam sana! Sağ salim geçtim kendim

Yorumu sona saklayıp Oktay Rifat’tan devam edelim. Benim Yarim adlı şiirini okuyalım.

Benim yârim iki dirhem bir çekirdek Hoppa mı hoppa Rakı içerKadeh kırar Benim yârim sırasında benden hovarda Kavuniçi mendil Markalı çanta Benim yârim çıtkırıldım Benim yârim alafranga

Bu şiirden yaklaşık on yıl sonra basılan Perçemli Sokak adlı kitabından bir bölüm okuyalım.

Eciş bücüş maydanoz bahçeleri Düğümlü balıkları bekleyişin Uzun etme iki gözüm biraz da bize uğra Bu lambanın karpuzu benim işte Benim işte bu testi Benim işte bu soysuz sevdaların musluğu

Garip şiirine Birinci Yeni de denir. Kendinden önceki şiir anlayışını dönüştürdükleri için yenidirler. Bu yüzden Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk ve Turgut Uyar gibi şairlerin öne çıktığı şiir dönemi ise İkinci Yeni olarak adlandırılır. Kendinden önceki yeniyi dönüştürdükleri için… İkinci Yeni, Garip şiirinin öne sürdüğü konuşma dilini evirir çevirir imge yüklü bir başka dile dönüştürür. Şiirde konuyu ve anlamı alışılagelen düzlemden çıkarır, şiire özgü yeni bir anlam penceresi açar. En büyük yeniliği şiirden şiire ait olmayan şaireneliği çıkaran Garip’e karşı şiirden şiire ait olmayan düzyazı zihniyetini kaldırır. Bu şiirin konusu şudur, cümlesini söker atar.

İkinci Yeni, Türk edebiyatına gerçekten yenilik getirmiş midir? Evet, getirmiştir. Ancak kendinden öncekilerin mücadelesi sayesinde bu mümkün olabilmiştir. Şiir evreni, Türk şairinin zihninde Garip şairleriyle bu kıvama gelmiştir. Anday’ın 1962’de yayımladığı Kolları Bağlı Odysseus da bu dönüşümün göstergesidir. Yukarıda örneğini verdiğim şiirle birlikte Anday’ın şiir dili de başka bir çizgiye evrilir. Anday, hiçbir zaman kendini İkinci Yeni içinde görmemiştir. Ancak bir adım geri çıkıp şiirlerine dikkatle bakınca onlarla koşut düşünceleri olduğu görülebilir. 40’lı yılların başında kendinden öncekilere meydan okuyarak şiir dilini dönüştüren bu şair, 60’lı yılların başından itibaren bu kez kendine meydan okur ve dilini daha da geliştirir. 1975’te yayımladığı Teknenin Ölümü adlı şiir kitabından aynı adlı şiirin bir bölümünü okuyalım.

Deniz en ince hayvanı belleğin Nerden kalktım, o rıhtım, o çan... Bilmiyorum o gök kıyı nereye gitti! Bir masal şebboyu çarmıhtaki yaz. Deniz en ince hayvanı belleğin bir kuşluk vakti tanrının sevdiği Görünür zaman yaratan.

Türkçe içinde yeni bir Türkçeyle okuma yazmayı baştan öğrenmek gibi. O dönemde üreten tüm şairlerin şiirlerini okurken içimde doğan his tam olarak bu. 2002’de, ölümüne dek tam altmış yıl süren şairliğinin on yılı Garip şiirlerini içerirken geriye kalan 50 yıl boyunca bu dili kullanan Anday’ın da hala Garip şairi olarak anılmasını ilginç buluyorum.

Bu dönüşümün nedenlerini yukarıda anlattım aslında. Şair her şeyden önce insan olduğu için bu değişim kaçınılmazdır. İnsan durgun suda değil akarsuda yüzer. Bu yüzden şair, yaşamında olduğu gibi şiirinde de kendini durmadan yeniler. Sürdürülebilir olmak ancak böyle mümkün olabilir.

Garip Şiirinde İstenenle Yapılan Tutarlı mı?

Konuyu biraz dağıttım. Başarılı ve başarısız örnekleri inceliyorduk. Garip şiiri içinde kalarak söylenmek istenenle söylenen her zaman tutarlı olmuş mu sorusunu yanıtlamaya çalışalım. Garip, şiiri fazlalıklarından arındırma derdindeydi. Söz sanatına gerek duymuyordu, dili yalındı, konusu sıradandı. Kabul… Peki yayımlanan her metin bunu başarabildi mi? Yine örneklerle konuşalım. Orhan Veli’nin ilk kez 1937’de yayımladığı Gözlerim adlı şiiri okuyalım.

Gözlerim, Gözlerim nerde? Şeytan aldı götürdü; Satamadan getirdi. Gözlerim, Gözlerim nerde?

İlk kitabı Garip’ten Ne Kadar Güzel adlı şiirle devam edelim.

Çayın rengi ne kadar güzel, Sabah sabah, Açık havada! Hava ne kadar güzel! Oğlan çocuk ne kadar güzel! Çay ne kadar güzel!

Yazının bu bölümünde elimden geldiğince bireysel şiir zevkimi arka planda tutarak şiirleri açmaya çalışacağım. Bir metnin şiir benliği taşıyıp taşımadığını ayırt etmeye çalışırken kendimce bir yöntem kullanıyorum. Bir şiirin altından şairinin adını silip yerine başka meslek grubundan birinin adını yazdığımda metin yeni kiracısıyla uyum içinde görünüyorsa orada şiir adına bir sorun arıyorum. Örneğin Ne Kadar Güzel adlı şiirin altından Orhan Veli’nin adını silip yerine bir gazetecinin adını yazınca metin o günkü havanın ne kadar güzel olduğundan bahseden bir köşe yazısına dönüşüyor. Gazetecinin adını silip bir politikacının adını yazınca bu kez miting broşürüne dönüşüyor. Politikacının adını silip kız kardeşimin adını yazınca, metin bu kez günlüğüne düşülmüş sıradan bir not gibi duruyor. Ne zamanki metin yeniden ev sahibinin adıyla bir araya geliyor ancak o zaman şiire dönüşüyor.

Şairinin gölgesine muhtaç metinlere şiir demek kolay değildir. Şiirin ne olduğunu tanımlamaya kalkmak zordur ancak her tanım, gerçeğin bir yüzünü mutlaka yansıtır. Bu yüzden, bu sorunun bir yanıtı da, şiirin onu üretenden bağımsız olarak okunduğunda da “Bu herhangi bir metin değil,” hissini uyandırabilmesidir. Bu şiirde sorun olarak gördüğüm şey ne dili ne yalınlığı ne de uzunluğu veya kısalığıdır. Asıl eksiklik, şiirin alametifarikası diyebileceğimiz o kendine özgü özü barındırmamasıdır. Nedir o öz? Şimdi Orhan Veli’nin Rahat adlı şiirine bakarak görelim.

Su kavga bir bitse dersin, Acıkmasam dersin, Yorulmasam dersin; Cisim gelmese dersin, Uykum gelmese dersin; Ölsem desene

Yapısal olarak aynı görüntüde kurulmuş bir şiir; ancak Ne Kadar Güzel adlı şiirde eksik kalan dişlinin parçası, burada son dizede kendine yer bulmuş. Şair, “o olmasa, bu olmasa, şu olmasa” diyorsun ama bunlar olmadan yaşamak mümkün değil; bunları söyleyeceğine “ölsem desene” diyerek şiire, yukarıda sözünü ettiğim alametifarikayı kazandırmış. Bu metne şiir kimliğini kazandıran tam da o son dizedir. Bütün şiirler tüm sözcükleriyle birlikte var olur. Bu şiir de öyle. Ancak son dize olmasaydı, şimdi şiirin parçası olarak gördüğüm diğer tüm dizeleri de yalnızca sıradan bir metnin satırları olarak okurdum. Melih Cevdet’ten Sevda Rüzgârı adlı şiiri okuyalım.

Amanın bana bir hal oldu Bir hal oldu a dostlar Amanın beni bir rüzgâr aldı A dostlar bir rüzgâr aldı Bu rüzgâr ne rüzgârı Amanın sevda rüzgârı Sevda rüzgârı a dostlar!

Garip şiirleri çoğunlukla konuşma diliyle yazıldığı için, en iyi örnekleri bile seçsek, altına şair olmayan birinin adını yazdığımızda ilk bakışta yazarla metin arasında uyumsuzluk görünmeyebilir. Oysa yukarıda sözünü ettiğim yöntemi İkinci Yeni’nin en zayıf şiirine dahi uygulasak, aynı sonucu vermez. Çünkü o şiirlerin dili, her yerde karşılaşamayacağımız kimyadadır. Şiir hissi, şairin adından bağımsız olarak bilinçaltımızda uyanır. Bu da bizim günümüzde şiir denince aklımızda ne canlandığının -ve ön kabullerimizin- bir yansımasıdır ancak bu konuya şimdilik girmeyeceğim.

Garip’ten devam edersek; bu tarz şiirlerin şiir kimliği kazanmasını engelleyen unsur, yalnızca konuşma diliyle yazılmış olmaları değildir. Zira Garip şiirinin doğası zaten budur. En iyi örnekleri de bu dille yazılmıştır. Garip şairinin asıl becerisi de tam burada ortaya çıkar: Konuşma diliyle şiir kimliği taşıyan metinler kurabilmek. Ancak yukarıdaki örnekte, Anday’ın adını silip başka bir ad yazdığımızda, elimizde kalan metin ikinci sınıf bir aşk romanının arka kapağındaki tanıtım yazısını andırıyor. Şiiri şiir yapan töz eksik.

Hani daha önce söylemiştik ya: İnsan Garip şiirlerini okuyunca “Ne var bunda, ben de yazarım” hissine kapılır ama yazamaz. İşte o hisse kapılan biri, bu tarz bir metni yazabilir. Eğer bu gerçekten bir şiirse...

Sonuç

Bu şiir dili içinde başarısız bulduğum örnekleri karşılaştırmalı ve neden başarısız olduklarına nesnel bakmaya çalışarak incelemeyi denedim. Başarısız saydığım örneklerin şairlerin külliyatında küçük bir yer kapladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Amacım o şiirleri okurken aklımda dönen düşünceleri sizinle eleştirel dille paylaşmaktı.

İlerleyen yazılarda yine Anday’ın şiir dünyasını temel alarak şiirin değişimini her zaman yaptığım gibi örneklerle anlatacağım. Yukarıda kısa bir önizleme geçtiğim Kolları Bağlı Odysseus ile başlayan hermetik şiirin -dönemin eleştirmenleri tarafından verilen adıyla kapalı şiirin - eklemlerini anlamaya, aklımda dönen soru işaretlerini aydınlatmaya çalışacağız. İkinci Yeniciler ve bu grup dışında bireysel çalışan Necatigil gibi şairlerle şiirde anlamın neyi ifade ettiğini, şiirin duygularla değil de sözcüklerle yazılmasının ne anlama geldiğini inceleyeceğiz. Görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

Comments


bottom of page