Uzun aralıklarla bir çalışmayı sürdürmenin kendi adıma birtakım güçlükleri var. Bunlardan ilki işi bitirememek ve sakız gibi uzatmak. Yaşamın akışı içinde beklenmedik olaylarla karşılaşabiliyoruz. Bunların üzerimizde yaratacağı etkileri kestirmek güç. Bu olayların niteliğine ve bende bıraktığı izlere göre çalıştığım metinle arama soğukluk girdiği de oluyor. Bunu bildiğim için başladığım işleri, odaklanarak kendim için makul sayılacak sürelerde sonlandırmaya çabalıyorum. Arkadaş şu an üzerinde çalıştığım öyküyü saymazsak şimdiye kadar en uzun sürede bitirdiğim metin oldu. Yaklaşık dokuz ayda başlayıp bitti. Ancak yazdığım günleri arka arkaya koysak bir ay eder. Aynı konuya farklı zamanlarda yoğunlaşmanın güçlüğü tam olarak böyle kendini gösteriyor.
Bir başka güçlük daha var ki ara vermenin beni en ürküten yanı oldu. İlk üç bölümü hemen hemen aynı psikolojik durumun içinde yazmıştım. Ancak altı ay sonra yeniden öykü için masanın başına oturunca şunu fark ettim. Neyi yazacağım belli, hangi olayları anlatacağım yani konunun akışı belli, kişiler yerli yerinde duruyor, öykünün mekaniğine ilişkin hiçbir şey değişmemiş. Ancak ben değişmişim. Bu yüzden konuya yaklaşım tarzım, seçtiğim cümlelerin yapısı önceki bölümlerden farklı oluyordu. Örneğin başlangıçta Arkadaş’ı öykünün içinde tedirgin yapısını vurgulayarak ele alırken ara verdikten sonraki ilk bölümde daha kendine güvenli yazdığımı fark ettim. Bu dönüşüm olacaktı. Ancak kendi yolculuğunda olayların onu dönüşmeye ve gelişmeye mecbur bıraktığı kaçınılmaz akış içinde olacaktı. Oysa şimdi bu gelişim ansızın ve yapay olmuştu. Bu nedenle dördüncü bölümü bu ayrımı görünce silip yeniden Arkadaş’ın ve aslında öyküyü yazmaya başlayan Samet’in o dönemdeki ruh halini anlamaya çabaladıktan sonra yazdım. Bu benim için hesapta olmayan bir deneyimdi. Bununla birlikte daha uzun süreli çalışmalar için de bir ön izleme görevi gördü.
Düz yazı yine de üzerinde çalışınca uzun zaman dilimlerinde bir şekilde yazılıyor. En nihayetinde kişiliğiniz değişimler yaşasa da üslubunuz çabucak değişmiyor. Ayrıca düz yazının bir getirisi de ileride kaldığın yerden ilerlemek istediğinde bir sürü veri barındırması. O gün nasıl hissettiğimle ilgili belleğimin yetmediği yerde yazının kendisi bunun için harika bir arazi. Üslup ve yazıdaki zemin birleştiğinde de yazıyı sürdürmek için bir çerçeve çıkarmaya yetiyor.
Saydıklarımın bende işlemediği tek yer, şiir. Buraya kadar anlattığım ne varsa hepsini tersine çevirin. İşte çarklar içimde öyle dönüyor. “Biraz da şiir yazayım.” diye bir yöntemim olmadığı için her şey o duygu durumunun varlığı boyunca olup bitiyor. Uzun sürerse uzun, kısa sürerse kısa. Bitmediğini düşündüğüm şiirler oluyor ancak duygu durumu bittiyse yapacak bir şey kalmıyor.
Olayları şiir yazmak için yaşamadığıma, yaşananların akışında birtakım duyguları bu yolla ifade ettiğime göre hissin bittiği yere kadar şiir yazıyorum. O noktada şiir de bittiyse ne güzel. Bitmediyse o bir karalama olarak kağıtların içinde hissini bekliyor.
İki bin yirmi Mart ayının ortalarında, henüz pandemi başlayalı birkaç gün olmuşken Suskun Kadın II’yi yayımlamıştım. Şiiri okuduktan sonra Başar, şiirle ilgili hislerini anlatmış bana. Biraz da o şiirden bağımsız konuşmuşuz. Sonra Başar’ın beni anlamasına sevindiğim için “Boşuna şair olmayan birine şiir okumayın demiyorum.” demişim. O da buna cevap olarak “Çok doğru bir de şu var. Sanat keyfim içindir. Şiir şair için.” Henüz haksız çıktığımız olmadı.
Suskun Kadın’dan söz etmişken biraz açmak istiyorum burayı. Suskun Kadın şimdiye dek yazdığım şiirler içinde ayrı bir yere sahip. En sevdiğim şiir mi diye sorsanız içimde ukde kalmadan evet diyemem ama varlığıyla benim için bir ikona olduğu kesin. Nitekim şiirleri derlediğim kitaba da bu nedenle adını verdi. Baştan sona ara vermeden elimle yazmak ne kadar sürdüyse o kadar bir zaman içinde tek nefeste yazmıştım. Yalnızca son bölümünde bir sözcüğün üzerini çizmiştim. Bunun dışında herhangi bir oynama yoktu üstünde. Bir şiirden beklediğim her özelliği barındırıyordu içinde ancak en sevdiğim yönü nahifliğiydi.
Suskun Kadın’ı yayınladıktan sonra bir arkadaşım bana “Samet şiirlerin çok güzel. Okuyorum. Suskun Kadın da güzel olmuş.” demişti. Ben de teşekkür edip “Her zaman böyle nahif şiirler yazamıyorum. O yüzden benim için değeri yüksek.” demiştim. Bu cümleme aldığım cevap ilginçti: “Evet nahif şiirlerin de güzel ama o acı çektiğin şiirlerin çok daha iyi.”
Bir an durup niye şiir yazdığımı sorgulamıştım. İyi şiir yazmak için mi acı çekiyorum? Ya da edebi doyum sağladığım için acı çektiğime sevinmem mi gerekiyor? Bu noktayı kabul etmem olanaksız. Yukarıdaki cümlelerim bunun içindi.
Olayları şiir yazmak için yaşamıyorum. Olaylar yaşanıyor ve kendimi böyle ifade ediyorum. Şiirleri yazdıkça bir yandan da yayınlamaya çalışıyorum. Sonuçta onları kağıtların arasında kalması için yazmadım. Ancak yayınlamayı bırak karalamaların arasından açıp okumaya bile gücümün yetmediği şiirler yazdım. Onlardan bahsederken “Çok güzel şiirler de şairi ben olmasaydım.” diyorum. Bir şairi ya da yazarı okurken “Ne güzel yansıtmış o dönemdeki zorlukları.” gibi bir sürü acı eksenli yorum yapıyoruz ama kazın ayağı öyle değil.
Sabahattin Ali “Vücut cevhersiz bir kalıp/Hiçe gider hiçten gelip” derken başkasının vücudundan bahsetmiyordu. “Dillerde gezen adım/Bir seciyesiz, bir it/Nedense olamadım/Sizin gibi bir yiğit” derken sokaktan geçen birini kast etmiyordu.
Şükrü Erbaş “Ağız dil vermezim/Seninle konuşayım diye ağlaya ağlaya/Taşların dilini öğrendim sonunda” derken bir başka insanın eşine duyduğu özlemden söz etmiyordu.
Acının getirdiği edebi doyum benim için gelmese de olur. Ben hakkımdan seve seve feragat ederim. “Acının insana kattığı değeri” de seve seve iade ederim. Kendi iradesiyle kendine acı çektiren insanlara mazoşist diyoruz. Neden bile isteye acı çekeyim? Acının insana kattığı değer denen durum benim gözümde insanların hayatta kalmak için oluşturdukları bir dayanak. Savaşmayı sürdürmek için tutunacak dal aramak. Öyle ki ciddi ciddi hiçbir çıkar yol olmasa bile son çare “Vardır bunda da bir hayır.” diyerek yine bir sığınak buluyoruz. Benim penceremde, acının içinde bu tarz tutamaklar aramak züğürt tesellisinden başka bir şey değil. Ne yaparsam yapayım bana inandırıcı ve samimi gelmiyor.
Tüm bunları söylerken yaşamdaki güçlüklere karamsar bakıyorum gibi görünüyor. Özünde ne karamsarım ne de kötümser. Bir olumsuzluğun içinden geçerken yarattığı gerçek üzüntüyü her yanımda hissedip bunu aşmak için neler yapabileceğimi düşünüyorum. Her engelin çözümünü üretemiyorum ancak sızlanmaktansa deniyorum. Bu çabanın kattıkları da oluyor inkar etmiyorum. Ancak kattıkları benden alıp götürdüklerinin yanında bir nokta.
Sevilmeyerek sevgisizliğin, kin tutup kendini tüketerek nefret etmenin, ruhunu mengenede sıkıştırarak karamsarlığın kötü olduğunu öğrenmek yerine sevilerek sevginin, hoş görerek huzurun, destek çıkarak iyimser olmanın güzel olduğunu öğrenmek isterdim. Sevginin güzel olduğunu, sevilmemenin kötü olduğundan yola çıkarak bulmanın getirdiği değeri bir iade şubesi açılması durumunda hemen geri gönderebilirim.
Hissettiklerimi yazarım, her zaman. Bu içimin şaşmaz terazisi. Dolayısıyla beni rahatsız eden bir hissin etkisinden kurtulmaya çalışırken doğal olarak şiirlerim de o hissin dışa vurumunu içeriyor. Yaşadıklarını yazan biri için bir ikilem doğuyor burada. Çünkü yazdıklarımı savurup bir kenara atmıyorum. Dönem dönem onları okuyorum, onları okumayı seviyorum. Ama dedim ya açıp bakmaya elimin varmadığı şiirler de var. O rahatsız edici hissin mücadelesini verirken onunla ilgili şiirler yazıp bunu kalıcılaştırmak, kurtulmanın daha da güçleştiği bir noktaya götürmek istemiyorum. Ama hissetmediğim duygunun ısmarlama şiirini de yazamam. O halde ne yapacağım?
İki bin on dokuz Eylül ayında Düşperest diye bir şiir yazdım. Sevdiğim bir şiir. Normalde iki haftada bir şiir yayınlarken onu izleyen üç ayda iki şiir yayınladım yalnızca. “Hayır.” diyordum o ara “Bunu yazmayacağım. Bunu yazıp kendimi geriye götürmeyeceğim.”
Ancak öyle bir çıkmaza geldim ki sonunda, yazamamaya başladım. Kilitlendim. Yine seyrek şiir yayınladığım dönemler oldu. Ancak yoğunluktan kaynaklı oluyordu. Yayınlamasam bile yazmayı sürdürüyordum. O üç ayda öyle bir olmuştum ki kendimi kısır döngüye sokuyordum. Yazmaya başlayınca şiiri o şekilde sürdürmek istemiyordum. Başka türlüsünü de hissetmediğim için yazamıyordum. Sonuç, hiçbir şey yazamıyordum.
Bu kötürümlük Kasım’ın son günlerine kadar geldi. Sonunda bunu yadsıyarak kendimi çözümsüzlüğe ittiğimi düşündüğüm için artık günlerdir yazmak istemediğim o şiiri de yazdım: Hep ya Hiç. Yazdıktan sonra yüzde yüz olmasa da hatırı sayılır bir rahatlama hissettim. Şunu kabul etmek gerekiyordu, ruh bütünlüğümün büyümesi duraklayabilir, geri de gidebilir. Öyle hissediyorsam öyledir. Birkaç adım geriye gittiysem, yeniden ilerleyebilmek için önce bu durumu yok saymamak gerekiyor.
Çünkü ondan iki hafta önce yayınladığım üç aylık sürenin ikinci şiiri olan Harfsiz Ses, bir şeylerin kırıntısıyla yazdığım son şiirdi. Ve belki de hissettiklerimle yazdıklarım arasındaki samimiyetin bozulduğunu düşündüğüm tek şiir olabilir. Zaten samimi olarak doğal akış içinde ortaya çıksaydı ondan on gün sonra Hep ya Hiç gibi bir şiir yazılmazdı.
En çok istediğim şey “Ve mutlu mesut yaşadılar”ın şiirini yazmak. İster istemez dönem dönem giymekten hoşlanmadığım duyguların şiirlerini yazmak zorunda kalıyorum. İkilemler, karışıklıklar, belirsizlikler gibi. Kısacası nahif şiirler yerini istemesem de tatsız dizelere bırakabiliyor.
Yine de son bir yıldır her şeyin çok daha keyifli ve dingin ilerlediğini rahatlıkla söyleyebilirim. İnanıyorum ki bu dinginlik şiirlerime de yeniden yansıyacak.
Comments