"Duygular dalgalar gibidir; gelmesini engelleyemezsin ama hangisinde sörf yapacağını sen seçersin." - Jonatan Martensson
Hava, su, toprak kirlenir.
Giysi kirlenir.
Yer kirlenir, gökyüzü kirlenir.
Elin, yüzün, kaşın, gözün kirlenir.
Görüneni temizlersin belki ama ya görünmeyeni?
Güneş doğar ve batar ya akşamına, bir bakmışsın aslında günün sonunda içerde görünmeyen o duyguların da kirlenir.
Başta temizsindir. Bazen çok rahat ve genişsindir. Boş ver geçer, demişsindir ama koşup kaçsan da en sonunda yine duyguların kirlenir. Bazen görmezden gelme oyunu oynarsın. Yıkanırlar bir ara, der atarsın içine ve kirlenmiş duygular içeride demlenir. Zaman gelir, içeride demlediklerinin farkına varırsın ama içine atıp demlediklerinin gerçekten de bir çay deminden farkı yoktur aslında. İçine attıklarının deminden bir çayı, kendine zaman vermeden sabırsızca yudumlamaya kalkarsan çiğ kalır. Aksine kirlenmiş duygularına kulak asmaz, unutup gider ve benliğinin suyunda çok demlersen bu sefer de acıtırsın demlediğini. İşte bu yüzden kirlenmiş duygularına ses vermek çayın demini doğru zamanda tutturmak kadar marifet ister. Duygularını demleye demleye, çiği de acıyı da içe içe öğrenirsin en doğru zamanın ne zaman olduğunu. İşte bu, hayatın ödevlerinden birisidir ama en başta bu ödevi veren hayatın “duygular korosunda" bir öğrenci olduğunun farkında olman gerekir. Hayatın akışında sen, içindeki birçok şeyi fark edemeden o günün güneşini gününe batırıp yarına karışırsın. O günkü düzenin, sorumlulukların, mikro çevren, hayattaki var olma telaşın, peşinden koştukların seni her sabah bir sandala bindirip akıntının ortasında bırakıverir. Bir karadan diğer karaya kürek çeker durursun ve dakikalar saatleri kovalar. Dünü bitirdiğin yerde bugüne yeniden başladığın gibi bir bakarsın bugün de yine aynı yerde güne ayrılan sürenin sonuna gelmişsin. Peki senin için de gün bitmeli miydi? Bugün sen olarak neler yaşadın mesela veya neler yaşayamadın, kendine anlatır mısın? İnsanlar bugün sana neler yaşattı? Seni mutlu eden de olmuş olabilir, üzen de, şaşırtan da korkutan da. Bugün dünden ne kadar başkasın; eksildin mi arttın mı, güldün mü ağladın mı, iyi ki misin yoksa pişmanlık mı? Gün sonunda kendini resmedecek olsan ortaya nasıl bir sen çıkartırdın, düşünmelisin çünkü bakmakla görmek arasında fark olduğu gibi nefes aldığın için yaşamakla, kendinin ve hayatının ne olduğunu bilerek yaşamak arasında da fark vardır. Maalesef ki bizler fark etmeden kendimizi hayatın akışına kıyasla daha çok arka plana atıyoruz. Her zamankinden olmak, normal algısında kalmak, uyum sağlamak veya sağlayabilmek bize kendi farklılıklarımızı ve kendimiz olabilme hakkımızı unutturuyor. Doğru olanı uyum sağlamak, hayatı ve insanları idare etmek, duygularımızı sineye çekmek zannediyoruz ama yanılıyoruz. Oysa dünya dönerken bizi evirip çevirenin aslında duygularımız olduğunun farkına varmıyoruz. Duygularımız hassas ince bir terazide yaşatıyor bizi. Bir sevinç bizi o an göklerde uçurabilirken bir anda bir hüzün bizi kendimize kapatabiliyor. Bir heyecan duyup bir cesaretle büyük adımlar atabilirken birden bir korkuya kapılıp her şeyden vazgeçerek kendi köşemize çekilebiliyoruz. Öfkelenebiliyor, alınabiliyor, neşeyle zıplayıp bazense ortaya karışık dengesiz duygularla baş başa kalabiliyoruz. İnsanlarla ilişkilerimiz, insanların bizde gördükleri, sevgisi, saygısı duygularımızın eylemlerimizle buluşmasıyla şekilleniyor. Bir olaya bu nedenle hepimizin verdiği tepkiler aynı olamıyor. Aşırı duygu yüklü bir insan olup etrafımıza hislerimizi tüm içtenliğimizle yağdırabildiğimiz gibi duygularımız içimizde eksik kalıp dışarıdan hislerimizi gösteremediğimiz için duygusuz olarak adlandırılan bir insan da olabiliyoruz. Bazı duygularımız ağır bastığı için bazı şeyleri kafamıza çok takıp hayattan daha az keyif almamıza neden olduğumuz gibi kendimize zarar veren bazı duygularımızı kontrol edebiliyorsak hayatı daha güzel döndürebiliyoruz ama tüm bunları yapabilmek için kendimizi ve bize ait olan duygularımızın resmini iyi bilmemiz gerekiyor. O zaman kendi resmimizi başkalarının duygu yüklü fırçalarıyla gelen darbelerinden koruyup içimizdeki o resmin kirletilmesine izin vermemiş oluyoruz. Hepimiz güne yeni, beyaz bir kağıtla başlıyoruz. Bu beyaz kağıtta olması gereken tek bir doğru yok, “kendilik” parçamız var: Hayata bakış açılarımız, düşüncelerimiz, huyumuz suyumuz; yeteneklerimiz, davranış ve tutumlarımız ve bence en önemlisi duygularımızdan çizilmiş bir resim var. Her gün bize göre siyah olan fırçaların duygusal darbelerine maruz kaldıkça resmimizin ortasında duygusal bir kirlilik buluyoruz çünkü bize göre duygu kirliliği, bizim beyazımıza ait olmayanla anlamlandırılamayan bir boyanış. Bu kir bir yerden sonra da boğmaya başlıyor bizi, nefes alamıyoruz ve bu bize hayatta sadece olay örgüleriyle, olmamız veya yapmamız gerekenlerle değil kendimizle ve çevremizdeki insanlarla duygusal olarak da bir mücadele verdiğimizi gösteriyor. Kirliliğin içerisinde kendi saf duygularımızı kaybedip ne olduğumuzu unutabiliyoruz. Bu da bize en masum fırçaya maruz kalsak bile hayatta beyaz kalabilmenin, özüne sahip çıkabilmenin aslında ne kadar zor olduğunu gösteriyor çünkü yaşamak böyle bir şey. Yaşamak, her günün bitiminde var olan duygu kirliliğinin ortasında kendi resmin kirlense de ona kulak verip temiz tutabilme, kendi resmini bozmadan sergileyebilme sanatı.
Comments