top of page
  • Yazarın fotoğrafıNurullah Samet Yılmaz

Tanpınar II – Kalıplar – Yalnız/Bir Başına – Sevgi

Tanpınar’ı okumaya başladığımda şiirde anlam arayan bir okuyucu olarak onun dizeleri benim için daha kapalı ve hülyalı kalmıştı. Ancak ilerleyen dönemlerde görecektim ki o şiirlerinde kurmaya çalıştığı estetiğin içeriğini romanlarında ve düz yazılarında işleyerek kendi şiir evini dayayıp döşüyordu. Zaten öteki yazılarını da okudukça onun bu hülyalı üslubunun yalnızca şiirlerinde olmadığını görüyorsunuz. Her ürününde rüyanın kokusunu alabiliyorsunuz. Rüya, hayal, ayna, musiki sözcüklerinin hem görüntüleriyle hem de anlamlarıyla şiirlerin hamuruna yedirildiğini fark ediyorsunuz. Aslında şiirlerin kendi başına kapalı kalması çok doğal çünkü öyle ya da böyle şiir, düz yazıdan daha farklı bir alan. Burada ister açık açık yazın ister simgelerde yüzün herhangi bir düz yazıdan daha az sözcükle çalışıyorsunuz. Belki de Özdemir Asaf için söylenen beceriyi deniyor, birden çok anlamı bir dizeye ‘indirgemeye’ çalışıyorsunuz.

Tabii şiir üzerine görüşlerin keskin sınırları yok. Tarih boyunca sürekli farklı biçimlerde yorumlanmış, okuyucu ya da şair fark etmeksizin onunla uğraşan herkes tarafından da bir kalıba sokulmaya çalışılmış. Sokulan kalıplar değişse de kalıba sokma işi hiçbir zaman değişmemiş. Bu yalnızca şiire özgü bir durum da değil. Sanatın her dalında hatta çemberi biraz daha genişletince yaşamın her alanında insanlar karşılaştıkları olguları bir başlığın altına koymaya, ona kendince biçim vermeye çabalıyor. Belki bilinmeyenin korkusunu önlemek için girilen bir yoldur bu, bilmiyorum. Bu başlıklandırma uğraşını herkes kendi dünyasında sürdürüp kimseye bunu dayatmadıkça benim açımdan bir sorun yok.

Ancak geçmişe dönüp bakınca olayların hiç de böyle ilerlemediğini görüyorum. Hiç değilse sanatın yeni düşüncelere açık olmasını umarken şimdinin ünlü sanat akımlarının adlarının çoğunun, varlıklarını küçümseyen eleştirmenler ve dönemin baskın sanat görüşünün temsilcileri tarafından onlarla alay etmek amacıyla konduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum.

17. Yüzyılda Avrupa’ya heykelde, resimde ve mimaride yön vermiş Barok aslında geriye dönük bir adlandırma. Eğri büğrü, bozuk inci tanesi anlamında. Bir sonraki yüzyılda ortaya çıkan Rokoko, yine başkaları tarafından, süsleme anlamına gelse de gelenekleri önemsemeyen tarzını da küçümsemek için kullanılmış. Ya da 19. Yüzyıl sonlarında belki de daha önce hiç denenmemiş bir üslubu üreten Empresyonistler yani İzlenimciler adlarını sergilerine gelen bir eleştirmenin, gördüğü tabloları acizlik olarak değerlendirmesi sonucu “Bunlar henüz bitmemiş, tablo olamazlar. Olsa olsa birer izlenim olurlar.” demesi üzerine almış. Onları ne kadar küçümsemek isteseler de bugün ne Barok ne de İzlenim aşağılayıcı anlamlara geliyor. Sanatın değeri sözcüğün anlamını da genişletmiş, iyileştirmiş.

Halbuki sanatla uğraşmanın, herkes bunu kendi aklına estiği biçimde yapamayacaksa ne değeri var? Bana göre kişi sayısı kadar estetik görüş var. Estetiği politize etmenin amacı ne? Bunu söylerken sanatçıların toplumdan yalıtılmış insanlar olmadığını da farkındayım. Siyasetin içinde yaşarken siyasi düşüncelerden arınık eser üreten de yadırganıyor onunla yoğrulanlar da. Kısacası bu çatışmanın içinden sıyrılmak pek olanaklı değil.

Tanpınar da siyasetin içine girmiş. Maraş milletvekili olarak. Ancak ne vekilliği sırasında ne de sonrasında tam anlamıyla siyasetle içli dışlı olmuş. Mecliste durduğunda kendi kendine “Benim burada ne işim var?” demiş bir insan.

Siyasi görüşünün yanında elbette bir sanat görüşü de geliştirmiş ancak ikisini de kimseye dayatmamış. Yani kendi reklamını, propagandasını yapmamış. Onları kendi dünyasında yaşatmış. Bu tartışmaların bir tarafı olmamaya çabalamış. Bu tarafsızlığının yaşarken ününü azalttığı da olmuş.

Bununla ilgili günlüklerinde şöyle bir anısı var. Fransa’da gezi sırasında kardeşinden, Kenan Tanpınar’dan bir mektup almış. Kardeşi mektupta Fransa’da ondan bahsedilip bahsedilmediğini sormuş. Tanpınar da mektubu okuyunca aklına Yalova Kaymakamı’nın geldiğini yazmış. Aynı dönemde Türkiye’de hazırlanmış bir şiir antolojisinde Nazım Hikmet’in olmayışını eleştiren birkaç yazıyı Fransa’daki dergilerde okumuş. O antolojide ben de yoktum ancak Fransa’yı bırak Türkiye’de bile benim yokluğumu eleştiren tek bir yazı çıkmadı, demiş. O yüzden bulunduğu yerden pek memnun olduğu söylenemez.

Ancak bunda seyrek şiir yayınlamasının da etkisi var. O az sayıda şiir yazan biriydi. Ancak şiire az zaman ayıran biri değildi. İlk şiiri 1919’da yayınlanıyor ve o günden 1962’ye dek şiirle yatıp şiirle kalktığını biliyoruz. Yaklaşık elli yıl boyunca sürekli karalıyor. Onu sanatçı kimliğiyle sevme nedenlerimden ilki bu aslında. Bu elli yıllık sürede roman, makale, ders kitabı, biyografi gibi farklı alanlarda bir sürü yazı yazsa da şiir onun için hepsinin önünde. Yani Tanpınar önce şair sonra yazar, öğretmen, profesör. Bunu nereden biliyorum? Günlüklerinden.

Daha önceki yazıda anlatmıştım. Öğrencileri, Tanpınar aramızdan ayrıldıktan sonra evindeki yaklaşık dört bin karalama ve irili ufaklı birçok defter arasından pek çok yazılı ürünü derliyor ve yayımlıyor. Bunlardan biri de günlükleri. Bu günlükler 1953 ile 1962 arasında çok da düzenli olmayan biçimde tutulmuş. Bu da onun ellili yaşlarının ikinci yarısı, ölümünden önceki altı yedi yıl anlamına geliyor. Bu günlüklerin yayımlanmasının ardından, onları yayımlayan öğrencileri olumlu ve olumsuz geri dönüşler almış. Olumsuz olanların içeriği daha çok günlüklerin edebi değer taşımadığı, Tanpınar’ın eserlerini anlamaya yeni bir boyut katmadığı tarzında. Bir kısmı daha da ileri gidip Tanpınar’a duyduğu saygının azaldığını bile söylemiş. Böyle söylemelerinin arkasındaki nedeni günlükleri okuyunca anladım.

Günlükler birkaç seyrek bölüm dışında belli ki ileride başkaları tarafından okunması için yazılmamış. Yani hatırat tadında değiller. O nedenle bolca yaşam sorunu, gündelik sıkıntılar ve çevresindeki insanlarla ilgili yorumları içeriyor. Bu insanlardan bahsederken de doğal olarak sözünü sakınmamış. Yeri geldiğinde gün içinde birlikte vakit geçirdiği birini aslında hiç de sevmediğini, ona katlanamadığını anlatmış bazen de bu günlüklerin bize ulaşmasını sağlayan asistanlarından bile hazzetmediğini yazmış. Yalnızca bir kez “İleride bu günlüklerin okunacağını düşünüp mutlu oluyorum.” demiş. Koskoca yedi yılda bir kez. Neredeyse her sayfasında bir şeyden ya da birinden şikayet ederken eşref saatine denk gelmiş olacak ki böyle bir cümleyi oraya yazabilmiş. Kendi isteğiyle, yaşarken ya da ölümünden sonra günlüklerinin yayımlanmasına razı geleceğini sanmıyorum. O da bu durumun kendi iradesinden bağımsız gelişebileceğini düşünmüş olacak ki bazı kişilerin yalnızca baş harflerini yazmış. Kim olduklarının belli olmasını istememiş. Aynı refleks bende de olduğu için onu anlayabiliyorum. Ben de kimsenin adını geçirmeden yazarım. İlla ki bir adlandırma gerekiyorsa da herkes için kendimce bir takma ad kullanırım. Tabii ben Tanpınar’dan daha katı yazmış oluyorum. Ancak onun da kimliğinin saklı kalmasını istediği birileri olmuş.

Mektuplarında sıcak davrandığı kişilere söylemek isteyip de söyleyemediklerini günlüklerine yazmış. Kıskanmış, kızmış. Değersiz hissetmiş. Yirmilerinde gitmek istediği Avrupa’ya ancak ellilerinde gidebilmiş. Oraları gezerken bile bu geç kalmışlıktan yakınmış. Parasızlık çekmiş. Yalnız kalmış. Sözün özü Tanpınar da bir insanmış. Üstelik senin benim gibi etten kemikten bir insan. O da hepimiz gibi günlüğüne ruhunu sıkıştıran olayları yazmış. Kimseye anlatamadıklarını anlatmış. İçini dökmüş. Günlüklerini büyük çoğunluğumuz gibi bir dost olarak görmüş. Sayfaların içinde edebi anlam ifade eden yazılar da var, yok değil. Ancak bence bu satırlar edebiyattan öte bir değer taşıyor. Sanatçının da bu toplumun bir parçası olduğunu, onun da aşamadığı sorunları ve hepimiz gibi sıradan bir yanının olduğunu gösteriyor. Gözümüzde giderek tanrılaştırılan kişilerin de gayet bizim gibi birer insan olduğunu ortaya koyuyor. Her şeyden edebi değer devşirmeye çalışmak yersiz. Biraz da insani pencereden bakmak gerek. Zaten günlüklerdeki sıkıntılarını okuyup da onu bir insan olarak anlamaya çalışınca eserleri de gözünüzde başka bir boyut kazanıyor. Ve evet, onu bu en insanca haliyle tanımak saygımı azaltmak bir yana beni bir kez daha ona hayran bırakıyor. İlla da edebiyat diyorsanız işte size edebiyat.

Tanpınar’ı sanatçı kişiliğinin yanında insani olarak neden seviyorum? Altmış bir yıllık yaşamını yalnız sürmüş. Annesi, o on beş yaşındayken vefat etmiş, annesiz büyümüş. Babasıyla ve kardeşleriyle olan iletişiminin nasıl olduğuyla ilgili ketum biri. Ancak Mahur Beste’de Behçet Bey ve babası arasında geçen baba oğul ilişkisinin içinde Tanpınar ve babasının da sağlam yeri olduğunu düşünüyorum. Hiç evlenmemiş. Hiç aşık olmamış mı? Olmuş büyük olasılıkla. Günlüklerinde adını vermediği meçhul bir kadından söz ediyor. Zaten hiç sevmese Huzur’un altyapısı oluşmazdı. Mümtaz’la Nuran’ın arasındaki ilişkinin çıkmazlarını böyle anlatamazdı. Sevmiş ama kavuşmuş mu? Olmamış. Hem gerçekliklere dayanarak söyleyebiliyorum bunu hem de romanlarına bakarak. Kendisini ölene dek yalnız hissetmiş bir insan Tanpınar.

Burada yalnızlıkla ilgili birkaç söz söylemem gerekiyor. Dilimizde iki söz var, birbirinin yerine kullanılıyor. Biri yalnız biri de bir başına. Yakın anlamlı iki kullanım. Yalnızın kökeni yalından geliyor. Yalunuz, yalınız gibi türevleri geçmişteki kitaplarda bulunuyor. Hatta Orhun Yazıtları’nda da geçiyor. Yalınlık, sadelik ve bence bir parça da kimsesizlikle ilişkili bir sözcük.

Bir başına ise kimsesizlikten çok kendi kendine, kendi başına olmayı ifade ediyor. Biraz da birey olmayı. Şöyle somut örnekler verebilirim. Bir baba kırk oğulu bakmış ama kırk oğul bir babayı bakamamış dersek buradaki baba yalnız, her koyun kendi bacağından asılır dersek burada koyun tek başına olur. Bu iki kullanımın sınırları tabii ki keskin değil dilin genişliğinden ve esnekliğinden yararlanarak ikisi de birbirinin yerine pekala kullanılabilir. Benim amacım bir ayrımı hissettirmek.

Hepimiz kendi yaşam yolumuzda bir başımızayız. Kendi bacağımızdan asılıyoruz. Seçiyoruz ve sonuçlarını iyi de olsa kötü de olsa kabul edip göğüslüyoruz. Çünkü kararı başta biz verdik. Çevremizde ne kadar insan olursa olsun gece yastığa başımızı koyunca zihnimizde kendi kendimize kalıyoruz. Sevdiklerimiz bize ne kadar yardım etse de ne denli elimizden tutsa da günün sonunda kağıdın altına imzayı biz atıyoruz. Ortada bir borç varsa onu ödeyecek olan biziz, sorun varsa onu çözecek olan biziz. Yani kendi yaşamımızın sorumluluğunu üstleniyoruz.

Ancak bu yolda, yukarıda saydığım insanları yanımızda göremiyorsak ya da öyle birileri hiç olmadıysa işte o zaman yalnız oluyoruz. Zaten kaçınılmaz biçimde tek başımıza olan biz, bir de yalnızlığa hoş geldin diyoruz.

Bir başınalık insanın gelişebilmesi için gerekli bir durum ama yalnızlık için aynı şeyleri söyleyemem. Çevremizde insanlar olsa da anlaşılmadığımız için yine yalnız hissedebiliriz. Son yüz yılın önemli sorunlarından biri de bu belki. Konunun buradan sonraki bölümü sosyolojik bir tartışmaya girer ki burası beni aşar. Benim için önemli olan nasıl yalnız kaldığımız?

Yalnızlık farklı biçimlerde tanımlanabiliyor aslında. Örneğin bir sanatçı da üretmek için yalnız kalmak ister. Buna yaratıcı yalnızlık denir ve gereklidir. Bu sırada insan kendini kimsesiz hissetmez. Tersine üretmenin verdiği coşkunluğu duyar ve tahmin edeceğiniz gibi bir süreliğinedir. İstemli, seçimli ve geçici bir yalnızlıktır. Bu tür istemli yalnızlıklar insana iyi gelir. Böyle bir seçim yapmak için sanatçı olmanıza ya da bir şeyler üretmenize de gerek yok. Hepimiz dönem dönem dinlenmek için, güç toplamak için bunu yapıyoruz. Ancak bir de zorunlu yalnızlık var ya da dayatılmış yalnızlık. İstemediğin halde yaşadığın. İşte insanı tüketen yalnızlık, bu.

Bir uygulama var telefonumda: Soru Günlüğü. Her gün size bir soru soruyor, siz de yanıtınızı yazıp kaydediyorsunuz. Bir yıl sonra aynı soruyu size yeniden hatırlatıyor ve o zaman verdiğiniz yanıtı gösteriyor. Yaklaşık iki buçuk yıldır sürdürüyorum bunu. İlk kez iki bin on dokuzda sorduğu bir soru vardı, hala aklımda: Son zamanlarda fark ettiğin bir şey var mı? O günlerde keşfedeli birkaç hafta olmuştu. Ancak şimdi süreyi tazelersek şöyle bir cümle kurabilirim. Son birkaç yılda öğrendiğim bir gerçek var: Kimsenin kalbine zorla giremezsin. Bu cümleyi alın istediğiniz yere koyun. İstediğiniz ilişkinin içine yedirin. Sırıttığı bir yer görmedim. Zorla girmekten bahsettiğim şey güç kullanmak değil. Akışın kendiliğinden olmaması.

Yaşamışsınızdır muhakkak, bazı konular bir türlü akmaz. Sürekli tıkanır, hep ittire ittire ilerletmek zorunda kalırsınız. Bu süreçte de bizim buradaki tabirle söyleyeyim ‘bir gıdım’ ilerlemesine mi sevinesiniz yoksa o ara yaşadığınız gerginliğe mi üzülesiniz şaşırırsınız. Ama bazı konular da olur ki kendi yatağında çağlar, akar gider. Siz akması için zorlamazsınız, akışı biçimlendirirsiniz. İşte zorla girmek derken tam olarak bunu kast ediyorum.

Nesneyle ilgili olayların işleyişi kolaydır. Aristo mantığı. Ne kadar ekmek o kadar köfte. Ne kadar çok çalışırsanız o kadar getirisi olur. Daha yüksek not almak istiyorsanız daha çok ders çalışırsınız. Acıktıysanız yemek yersiniz. Susadıysanız su içersiniz. Formül bellidir. Buradaki değişken sizin istediğiniz amaca olan bağlılığınız ve ona verdiğiniz emekle ilişkili. Yani konu sizin içinizde başlayıp sizin içinizde sonlanıyor. Önünüzdeki engelleri görebiliyorsunuz. Onları aşmak için somut çözümler üretebiliyorsunuz. Ya da gücünüzün nereye yeteceğini sizin için gerçekçi olanın ne olduğunu hesaplayabiliyorsunuz. Nihayetinde bir hedef koyup ona ulaşmaya çabalıyorsunuz. Makul bir hedef ve yeterli emekle hesabınızı tutturma şansınız çok yüksek. Tutturamadığınızda da bu bir sürpriz olmuyor.

İnsanla ilgili olayların işleyişi ise karman çorman. Ne kadar çok ‘şunu’ yaparsanız o kadar ‘bunu’ elde edersiniz gibi bir şey söylemek mümkün değil. Çünkü konunun öznesi bir eşya değil, insan. Bu noktada attığınız her adım sizde başlayıp karşınızdaki kişide sonlanıyor. Bu adımın karşınızdaki insanda nasıl değer göreceğiyle ilgili bir öngörü ya da formül yok. Sınavı kazanmak istiyorsunuz, o halde daha çok ders çalışın. Bu size sınavın kapısını aralayacaktır. Peki en zor anınızda arayabileceğiniz bir dostunuz olsun istiyorsunuz, şimdi ne yapacaksınız? Arkadaş edinin, ona çok iyi davranın, iyilik yapın, her düştüğünde yardımına koşun, dürüst olun… Bu ve bunun gibi bir sürü öneriyi yapsanız bile yine de düşlediğiniz dostluğu yaşayacağınız anlamına gelmediğini sanırım hepimiz farkındayız. Annenizin sizi sevmesi için bir şey yapıyor musunuz? Ya da siz bir şey yapmadığınız için annenizin sevgisi azalıyor mu? Hatta siz annenizi neden seviyorsunuz? Öyle insanlar tanıyoruz ki yaptığı onca şeye rağmen yine ailesi, arkadaşları veya eşi onu sevmeyi sürdürüyor. Neden? Nedeni yok.

Aslında nedeni var. Farkında olduğumuz ve farkında olmamızın mümkün olmadığı irili ufaklı o kadar çok sayıda nedeni var ki bunların tümünü toplayıp da “İşte şunlar için seviyor.” deme olanağımız yok. Yüzlerce belki binlerce nedenden birkaç tanesini bulup alt alta getirdiğimizde de bu ilişkiyi açıklamakta eksik kaldığımız için tutarsız görünüyor.

Örneğin filanca kişinin sevilmesinin nedeni olarak düşünceli oluşunu gösteriyoruz. Bu elbette ki sevilmesinin nedenlerinden biri. Ancak yüzlercesinden, o da görünenler içinden yalnızca biri. Yalnızca bu ya da bunun gibi birkaç nedenle sevgi işlergesini açıklayamayız. Aynı biçimde güven, nefret, öfke gibi duyguları da. Çünkü yola böyle çıkarsak karşımızda şöyle bir soru da belirir: Bu kişi düşünceli olduğu için seviliyorsa şu kişi de düşünceli biri, o neden sevilmiyor?

O kadar karmaşık ki. Kim tarafından sevilmeyi beklediğimiz de yumağın bir başka yüzü. Uzun zaman önce bir yerde görmüştüm: Üzülme, değmez diyorsunuz ama değiyor ki üzülüyorum yoksa neden üzüleyim?

Toparlarsak duygular da insanlar gibi canlı, yaşayan süreçler. Bu yüzden nedenleri bir çizgi üzerinde dizip aralarında mutlak nedensellik arayınca örümcek ağına benzeyen insanı ve yaşadığı duyguları açıklamakta yetersiz kalıyoruz.

Daha önce sevgiden söz etmiştim. Yukarıda konuştuklarımızın ışığında burada biraz açmak istiyorum. Sevgi benim için birlikte büyütülen bir duygu. Bu cümlede iki anahtar sözcük var. Biri ‘birlikte’ biri de ‘büyütmek’.


Yalnızca kendi penceremde, kendi kendime birini sevemiyorum. Nötr kalıyorum. Sevmek ve sevilmek iki ayrı duygu olarak işlemiyor içimde. İkisi aynı anda birbirine sarılarak, çözülmeyecek bir örgü oluşturarak büyüyor. O yüzden sevdiğimi hissettiğim kim varsa aynı anda sevildiğimi de hissediyorum. Bu bir alışverişten ya da ticaretten farklı. Ne kadar sevilirsem o kadar severim ya da sevdiğim kadar sevilmeyi beklerim gibi cümlelerle açıklanabilecek bir durum değil. Bu iki duyguyu bir bütün olarak hissetmek. Her an. Öteki türlüsü zaten güdük kalıyor. Sıradan bir iletişimin ötesine geçmiyor.

Bir insanla aranızda sevgi oluşması için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Ya olur ya da olmaz. Nesneler dünyasında işleyen hiçbir formülü burada kullanamazsınız. Ne demek istediğimi kullanmayı deneyenler anlamıştır. Sevdiğim insanları düşünüyorum, bu sevginin oluşması için öteki insanlara davrandığımdan farklı olarak ne yaptım diye. Ben herkese aynı davrandım. Tanıştığım hemen hemen herkesin beni tanımaya başladıkça edindiği izlenimler benzerdi. Birbirlerinden habersiz, farklı cümlelerle aynı şeylerden söz ettiler. Ancak kimileriyle yakınlaştık kimileriyle uzaklaştık. Ben hep aynı ben iken sonuç hep aynı olmadı.

Öyle inanıyorum ki Tanpınar da bunun farkındaydı. Sevginin nedensizliğinin. Eğer Tanpınar gibi yalnız ve tek başına yaşayan biriyseniz bu nedensizliğin insana yapacak hiçbir şey bırakmamasını da fark edersiniz. Hareket alanınızın olmayışını. İşte bu gerçek çaresizliklerden biri.

O hislerinin arkasındaki dinamikleri ne kadar farkındaydı, tartışılır. Ancak sevginin her türlüsünün onu eksik bıraktığını, ondan bir şeyler alıp götürdüğünü kolayca söyleyebilirim. Ebeveyn, arkadaş, eş. Üçü de ne yazık ki kırık. Biri ötekinin boşluğunu doldurmuyor ancak kendi adıma birkaçından yana eksiklik hissetmediğim için şanslı sayılırım. Bu sefer de dolu tarafına bakmış olayım.

Tanpınar’la ilgili en çok dikkat çeken durum yazma isteğinin süreklilik göstermemesi. Yazdıklarını beğenmeyip tekrar tekrar üstünden geçmek istemesi ancak bunu yapacak hevesi de kendinde bulamaması. Zihninde yazacaklarını hep bir sis bulutunun arkasından görmüş. Hatta kendi deyimiyle görmemiş yalnızca sezmiş.

Düşünceler yazıyla kolayca aktarılabilir. Duygular eksik kalsa da bir ölçüde yine aktarılabilir. Zaten şairin işi duyguları sözcüklerin sınırlarını zorlayarak anlatmak. Ama sezgiler, işte onlar aktarılamaz. Sezmek en belirsiz eylem. Şiirde bu durum sürekliyse sinir bozucu olabiliyor. Tanpınar çoğunlukla o sis bulutunun ardındakileri görememiş, hissedememiş. Yalnızca sezmiş. O bulutu kendi kendine dağıtabildiği sınırlı zamanlarda da o muazzam eserlerini yazmış.

Otuz yıl boyunca bir şiir üzerinde (Eşik) çalışmış ve bir türlü bitirememiş. Eşik şiirinin dışında yıllar boyunca uğraştığı bir sürü şiiri daha var. Şiirlerin yanında düz yazılarına da aynı yarım kalmışlık sinmiş. Mahur Beste’ye başlamış, bitirememiş. Sahnenin Dışındakiler’i tefrika edip yayınladıktan sonra kitaplaştırmamış çünkü sürekli ekleyip çıkarmayı sürdürmüş. Huzur’un tefrikasıyla kitap hali arasında koca bir bölüm farkı var. Üniversitede okutulması için 19. Asır Türk Edebiyatı tarihini yazmış ancak ikinci cildini yirmi yılda bitirememiş. “Bittiğinde eserim diyeceğim bir romanım olacak.” dediği Aydaki Kadın’ın ölümünden önce ancak üçte ikisini bitirmiş. Günlüklerinin son üç yılında romanın nasıl ilerlemediğinden, günlüklerin tümündeyse şiirlerini yazacak isteği kendinde bulamayışından yakınmış. Elli yıldır şiir yazan, üstelik kendini her şeyden önce bir şair olarak gören Tanpınar, çevresindeki insanların zoruyla ilk şiir kitabını altmış yaşında bastırmış. Hem de içinde yalnızca otuz yedi şiirle. Birçoğunu da bitmediğini düşündüğü için istemeye istemeye. Yaşarken edebiyat dünyasında önemsenmediğinden, fark edilmediğinden, yalnızlığından, aşksızlığından, parasızlığından yakınan bu şairin kendi rızasıyla bastırdığı kitaplarının yanında ölümünden sonra öğrencilerinin derlediği bir o kadar daha kitabı yayımlanmış.

Tanpınar’ı neden seviyorum? Çünkü kendimi ona insani olarak yakın hissediyorum. Ben damdan düştüm. O da damdan düşmüş biri. Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar. Olasılıklar denizinde attığımız bir kulaç bizi tahmin ettiğimizin ötesine götürüyor ama insan yine de düşünüyor. Annesini küçük yaşında yitirmeseydi, gençliğinden bu yana sırtını dayayabileceği dostları olsaydı ve o kadının baş harfi yerine adı olduğu gibi günlüklerinde yer alsaydı belki de yaşamındaki bu bitirememe eksikliği kendini akan ırmaklara bırakabilirdi. Çünkü o altmışında ilk şiir kitabını bastırıp ikincisinin hazırlıklarını yapacak kadar da her şeye yeni başlamış gibi heyecan duyabiliyordu. Yalnızca bir kıvılcım gerekiyordu. Bazı insanlar o ilk tetikleyiciye ihtiyaç duyuyor. Sevginin varlığına.

Yaşam bir kere yaşandığı için yargılanamaz, demiş Milan Kundera. Katılıyorum. Tanpınar’ın yaşamını yargılamıyorum da. Yalnızca onun sık sık elini kolunu bağlayan, içindeki isteği söndürenin neler olabileceğini hissedebiliyorum. O yüzden söylemeden edemiyorum.

Geriye dönüp bakınca ne zaman sevdiğimi hissetsem bir şeyler üretmeye başlamışım. İçten gelen bir coşkunlukla. Hala da öyle. Sevdiğim için fikirle dolup taşmıyorum ya da sevmeyince yazamıyor da değilim. Ancak sevince içimdeki nehrin suları çağlamaya başlıyor, çok açık seçik hissediyorum bunu. Kimse benim yerime üretmiyor ya da kısır kaldığımı düşündüğüm bir zamanda “Bak şunu dene.” demiyor. Her şey zaten aklımda, orada yazılmayı, oynanmayı bekliyor. Esnaf gibi bizde fikirden, projeden bol bir şey yok demek de hoş durmuyor ama öyle.

Tabii Tanpınar’la aramızda küçük bir fark var. Onun kadar bu hissin desteğine ihtiyaç duymuyorum. Kendi kendimi güdülemek daha zor oluyor ama bir şekilde yapıyorum yine de. Farklı dönemlerde bir sürü şey yazdım. Nitekim iki oyun yazdığımız iki bin on yedi yazı hiç de keyifli bir dönem değildi benim için. Tüm bunların içinde sevgi bana o yazma hevesini aşılıyor. O isteği artırıyor. Barajın kapaklarını açıyor. Önceden ite kaka yapıp çok daha uzun sürede bitirirken o anda her şey kendiliğinden ve pürüzsüz ilerliyor.

Pentagram’ın bir şarkısında geçen “I feel your pain inside me.” sözü geliyor aklıma. Acını içimde hissediyorum ya da şiirsel bir çeviriyle “Derdini derdim gördüm”. Tanpınar’ın derdini derdim gördüğüm içindi bunca söz. Yazıyı da onun günlüğüne yazdığı bir alıntıyla sonlandırıyorum. Adlar dışında neredeyse birebir aynı düşünceleri kendi günlüğüme de yazmışlığım olduğu için kendimce değeri büyük. Hoşça kalın.

“Ne kadar budalayız, şimdi anlıyorum. Hakikat şu ki bu kadın hakikaten hayatımda bir rol oynadı. Bu böyle araya girmeseydi belki de hakiki yolunu başka bir sahada bulacak olan bir adam bir iki eser vücuda getirdi. Sıra ile sayıyorum: “Evin Sahibi” kayıtsız şartsız onundur. Aynı kitapta bulunan “Abdullah Efendinin Rüyaları” onundur. Beş Şehir onunla başladı (Bursa), onunla devam etti. Yaz Yağmuru’nda “Teslim” bile onunla başladı. “Yaz Yağmuru”nun kendisinde o yoktur. Son hikayeyle beraber daha ziyade sokuldu. Fakat onunla başladı. Huzur odur. Diğer eserlerim de nesirlerim de hep o. Kitaba aldığım şiirlerin (“Şiir”, “Sen akşamlar kadar”, “Bu akşam”, “Gezinti”den gayrısı) “Eşik”in son havası onundur. Şu halde ona ihtiyacım vardı. O bende yazı yazma hevesini harekete geçirdi.”¹

(¹) Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, 7. Baskı, 2018, sayfa 285.

16 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page