Birkaç ay önce Datça’nın küçük sokaklarında gezerken bir kitapçıya denk geldim. Baştan başa beş adımlık ufak bir yerdi. İçeriye girince önce bir miktar üzüldüm. Şehrin en işlek caddesinde bulduğum tek kitapçının -ötekiler kırtasiyeye benziyordu- bu kadar küçük olmasını sevmemiştim. Ben de birçoğunuz gibi kitap rafları arasında gezinmeyi bir başka severim. İçimde kepçe izlemekten zevk alan dayıyla kitapçıda saatlerce ağzı açık dolaşan genç birlikte yaşıyor. Bu ufak yere girmeden önceki beklentim de tam olarak bu olduğu için hayal kırıklığımı örterek var olan kitaplara göz gezdirmeye başladım. Raflara biraz dikkatli bakınca hiçbir kitabın bir düzen içinde sıralanmadığını fark ettim. Burası alışkın olduğumuz kitapçılardan farklı bir işletmeydi. Kitapçının sahibi orta yaşlarının sonunda entelektüel bir çiftti. Hangi kitabın hangi rafta olduğunu yalnızca onlar biliyordu. İçeriye giren müşterilere nasıl bir kitap aradığını sorup ona göre yönlendirme yapıyorlardı. Benim gibi kitapçılara belli bir kitabı alma düşüncesiyle gitmiyorsanız zorlanacağımız bir düzenleri vardı. Bir süre çevreye boş bakındıktan sonra malum soru bana da soruldu. Ben de malum yanıtı verdim: Şiir.
Yaşlı adam, bana şiir kitaplarının yerlerini gösterdi. Hepsi başka bir yerdeydi. Bir süre onlara bakındıktan sonra Tam da kendime uygun bir şey bulamıyorum derken üst raflarda boyumun yetişmediği bir yerde çok değerli bir kitabı gördüm: Şiir Tahlilleri I
Ağzım kulaklarıma vardı. Hemen kitabı göstererek “Bunu almak istiyorum.” dedim. Yaşlı adam küçük sandalyesine çıkıp kitabı bana uzatınca daha da çok sevindim çünkü kitap 1978 yılındaki altıncı baskıya aitti. İçinden birkaç küçük karalama kağıdı çıktı. Biraz daha karıştırınca üzerine alınmış bir sürü not gördüm.
Esasen eski kitapların sıkı bir takipçisi sayılmam. Mutlaka elimde sevdiğim kitapların ilk baskısı olsun diye bir isteğim yok. Bir kitabın güncel baskısı varsa onu tercih ederim. Yalnızca baskısı bitmiş kitapların eskilerini alırım, o da mecburen. Örneğin Bedri Rahmi’nin resimlerinin içeren galeri niyetine kullanabileceğim bir kitap arıyordum. Halihazırda devam eden böyle bir kitap basımı yoktu. Ben de aradım taradım ve iki kitap buldum: Babatomiler ve Binbir Bedros. Her iki kitap da 1978 yılında, yalnızca bir kez, sırasıyla 1100 ve 2500 adet basılmış. Birer taneleri de benim kitaplığımda. Bu güzel bir his bunu inkar edemem ancak bu kitapların da güncel baskısı olsaydı eskilerini tercih etmezdim.
Konumuza gelirsek Şiir Tahlilleri I, ilk kez 1954 yılında basıldı. Kitabın yazarı Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın öğrencisiydi ve önemli bir edebiyat insanıydı. Tanzimat döneminden Cumhuriyete kadar olan şairleri birer şiirini temel alarak inceliyordu. Bu kitabı hazırladıktan yaklaşık on yıl sonra da Şiir Tahlilleri’nin ikinci cildini bu kez Cumhuriyet Devri Türk Şiiri adıyla yayınlamıştı.
Dört beş yıl önce, şöyle şiiri bir düzen içinde inceleyen ve içine giremediğim şiirlerin bana kapısını aralayacak bir kılavuz ararken bu serinin ikinci cildiyle karşılaşmıştım. Kitap benim için vaha gibiydi. Altı yüz küsur sayfa ve yetmiş bir şair… O dönem adını bile bilmediğim pek çok şairi barındıran muazzam bir eser. Kitabın en güzel yanı, her şaire eşit mesafede durmasıydı. Kaplan, sevmediği şiir anlayışına sahip şiirleri de düzgün biçimde incelemiş. Artısından eksisinden bahsetmiş. Yalnızca incelemenin sonlarında kendisi üzerinde uyandırdığı hislerden yani bireysel görüşünden bahsetmiş, o da kısaca.
O dönem kitabı bitirir bitirmez koşup ilk cildini de almak istemiştim. Raftan indirip sayfalarını karıştırınca fark etmiştim ki benim bu kitabı anlayabilmem için biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Malum, Tanzimat dönemi şiirlerinin çoğu ağır Arapça ve Farsça sözcüklerden oluşuyor. Bu nedenle Cumhuriyet devrine yaklaşan -1900 sonrası- şiirler dışında başından sonuna bir şiiri okuyup anlamak olanaksızdı. O zamanlar henüz en sevdiğim dönem olan Cumhuriyet dönemini bitirmediğim için bu çabayı ertelemiştim.
İşte Datça’daki kitapçıda karşılaştığım kitabı benim için anlamlı ve heyecan verici kılan bu ayrıntılardı. Yoksa yalnızca eski olması ya da tek kalması benim için başlı başına bir ölçüt değil. Kitapçıda bir süre daha sohbet edip ayrıldıktan sonra hemen eşimle yirmi metre ilerideki Ekin pastanesine girdik. Yazının konusu değil ama tatlıları çok güzeldi. Özellikle şimdiye kadarki en güzel San Sebastian’ı yemiş olabilirim.
Çayımı yudumlarken hemen kitabı açıp hevesle okumaya başladım. Kitabın başlangıç şiiri Akif Paşa’nın Adem Kasidesi’ydi. Bu şiirin incelemesini okurken daha ilk sayfalarda şiir üzerine ufkumu genişleten bir saptama gördüm. Şiir, kaside olarak yazılmış. Altmış dokuz beyitten oluşuyor ve uzun bir içeriği var. Her beyitin sonu da “adem” redifiyle bitiyor. Eski bir zihniyetle yazılmış yeni dönem şiirlerinin ilk örneklerinden biri. Her beyitin sonunda öncekiyle kafiye oluşturan sözcükler seçilmiş. Kafiyeyi oluşturan her sözcük “Adem”i bir şeye benzetiyor: selva-yı adem, ebna-yı adem, ifna-yı adem… Buraya kadar her şey alışageldiğimiz biçimde ilerliyor. Ama Mehmet Kaplan’ın incelemenin ortalarında şiirin içeriğiyle ilgili insanı başka bir açıya çeken çok yerinde bir tespiti var.
“Bu benzetmelerin pek çoğunun kafiyeden doğmaları dikkate değer: Şekil hayali, hayal düşünceyi doğuruyor…Düşünce hürriyeti olmadan şekil fazla yaratıcı olmuyor. Akif Paşa’nın bu benzetmelerinde bir muhayyile ve düşünce yokluğundan başka, büyük bir ölçü ve zevk noksanlığı da vardır.”
O kadar doğru ki. Ve o kadar bir şair için kolaya kaçılabilecek bir durum ki. Bir şiirin uyaklı ya da uyaksız olması şiiri derinden hisseden insanlar için önemli değildir. Bu noktada Cahit Sıtkı gibi düşünüyorum: Şair, şiirinin istediği vezni keşfedebilen adamdır. Onu bir kalıba sokmaya uğraşmaz, bir his bir sözcüğü, bir sözcük bir dizeyi tıklatır ve şiir kendi yatağında çağlamaya başlar. Şair yalnızca akışı yönlendirir. Önüne set çekmez, yatağı değiştirmeye zorlamaz, yavaşı hızlandırmaz.
Ancak kimi şiirler vardır insan okurken o zorlantıyı hisseder. Sırf şair, aruzdan başka ölçüyle şiir yazılamayacağına inandığı, kafiyeden başka ahenk yolu olmadığını düşündüğü için hisler zorlama bir kalıbın içine sokulmaya çalışılır. Belki de Akif Paşa’nın “Adem”e yani dünyaya dair anlatmak istediklerinin hepsi beş dizeyle anlatılabilirdi. Ancak o şiirin böyle yazılması gerektiğine inandığı için kalan boşlukları yapay bir çabayla doldurmaya başladı. Birkaç sayfa geride Mehmet Kaplan bu durumla ilgili şöyle bir tespit daha yapmış: “Kalıplaşmış bir fikir sistemine kapanan insanın can sıkıntısından kurtulmak için yapacağı şey aynı fikirleri kelime oyunları ile tekrarlamaktan ibarettir.”
Bunu en güzel şiir yazarken hissediyorum. Yukarıda, bir şair için bunun kolaya kaçma yolu olarak kullanılabileceğini söylemiştim. Güzel bir kamuflaj. Çoğu zaman bir dize kopup gelir ve şiiri yazmaya koyulursunuz. Şiirin bir noktasında his biter, işte o noktada durmayı bilmiyorsanız elinizdeki şiir mekanik bir metine dönüşür. Dur şuraya bir de şunu ekleyeyim, şu sözcükle bu güzel uyar, birkaç dize daha olsun böyle kısa oldu… Sonu gelmeyen bir çaba. Gerçek şiirin ne zaman biteceğini içiniz size söyler ama böyle bir uğraşın içinde şiirin ne zaman tamama ulaşacağını kimse bilemez. Bundandır Tanpınar’a romancı kimliğiyle hayran olsam da şair olarak biraz mesafeli dururum. Benim his dünyamda bir şiir üzerinde otuz yıl boyunca uğraşılmaz. Bir şiir yıllar boyunca doğru sözcüğü beklemez. Bir şiir olması gerekenden kısa olmaz, uzun sürmez. Neyse odur, başlar ve biter. Bir insan otuz yıl boyunca bir şiiri nasıl sürdürebilir? Hangi duyguyu otuz yıla yayabilirsiniz? Neyi otuz yıl boyunca şiir düzeyinde ifade etmek için beyniniz harıl harıl çalışabilir? Benim yanıtım, hiçbir şey. Üslup içeriğe hükmederse sonsuz şiirler ortaya çıkarılabilir. Peki bunun bize katkısı ne olabilir? Ya da ortaya çıkan metne şiir demek doğru olur mu? İçeriğe hizmet eden ve ona artı değer katan üslup şiirde yapıtaşlarından biridir.
Demeye çalıştığım şey esasen şu, her şair okuduğu ve yazdığı onca farklı özgün şiirden bulup buluşturarak ortaya özensiz bakan bir gözün şiirden ayırt edemeyeceği şiirimsi bir metin çıkarabilir. İşin ustalığını bilen, mürekkep yalamış bir insanın bunu becermesi çok kolaydır. Örneğin Yaşar Nabi Nayır, Türk edebiyatının önemli dergilerinden Varlık’ın kurucusu, Yedi Meşale Topluluğu’nun da kurucu üyesi. Sanatla ve özellikle şiirle haşır neşir olmasına karşın kendisini bir şair olarak görmez. Ancak pek çok şiir yazmıştır. 1927 ile 1935 yılları arasında yazdığı şiirleri topladığı “Kahramanlar” adlı bir kitabı mevcut ki bu kitap 1969’da basılmış. Yani neredeyse son şiirin üzerinden otuz beş yıl geçtikten sonra… Önsözünde şöyle demiş: “Otuz yılı aşkın bir zamandır uzağım şiirden…Eksik olmasınlar arada bir antolojilere alanlar olur o benden kopmuş şiirleri…Tekrar edeyim o şiirlere değer verdiğimden değildir bu kararım. Kırk yıl öncesinden kopup gelen şu eskimiş şiirleri eleştirmeye kalkışanlar çıkarsa emeklerine yazık olur diye düşünüyorum…O kadar uzaktır benden bu mısralar.”
Peki Nayır’ın o şiirleri kendisine uzaksa ve eleştirmeye değer değilseler bunlar birer şiir sayılabilir mi? Elbette sayılamaz. İyi bir şairin nasıl olacağını anlatan bir hikaye vardır. Bir genç bir şaire “Üstat nasıl iyi bir şair olurum?” diye sorar. Şair de “Kırk farklı şairin tüm şiirlerini ezberle ve gel” der. Genç şaşırır ama hayır demez. Ezberleyip geri gelir. Ezberlediği şiirleri okumaya hazırlanırken şair bu kez onu daha da şaşırtan bir şey söyler: “Şimdini hepsini unut.”
Bu hikâyeden anlatılmak istenen basittir aslında. Hepsini bil, hiçbirine benzeme. Derdiniz benzememek değilse herkesi bildiğiniz takdirde biraz da kaleminiz işin çakallığını biliyorsa ortaya istediğiniz şiirlerin ortalaması bir metin çıkarabilirsiniz. Ancak asılları iz bırakmaya devam ederken sizinkiler iyi bir taklit olarak kalır. Belli ki Nayır da kendinden öncekileri unutmayı değil tekrar etmeyi yeğlemiş, belki bilerek belki bilmeyerek. Ancak güzel olan yanı bunu farkında olması. Tanpınar’ın bir şiiri otuz yıl boyunca bitirememe durumu bana kendi yaratıcı kısırlığını hülyalı bir kamuflajın arkasına gizleyerek kabul etmemesi olarak geliyor. Şair, şiiri bitirir. Bitmemişse şiir değildir. Ortaya çıkan şey şiir değilse yazanı da şair değildir. Kolaya kaçılan nokta da tam burası. Bu kafiye içeriğe hizmet etmiyor diyecek olsanız o anlamsız sözcüğe bir anlam yüklemek çok kolay olacak. Nabza göre şerbet.
Toparlarsak Şiir Tahlilleri I, henüz zamanı gelmediğine inandığım için okumayı ertelediğim bir kitaptı. Gerçekten de ikinci cildini okuduktan tam beş yıl sonra ilk cildini okumuş oldum. İçinden cebime koyduğum birkaç önemli düşünceden biri de kafiyeden doğmayan, yaratıcı özden gelen altı destekli fikrin önemi.
Yazıyı sonlandırırken tam da bu konuyla ilgili bir anımı anlatacağım. İki bin yirmi yılının son aylarında Trabzon Belediyesi bir şiir yarışması düzenlemişti. Yarışmaya dört farklı konu başlığını kullanarak katılabiliyordunuz. Trabzon, On Beş Temmuz, Çanakkale ve Cumhuriyet. Bununla birlikte şiiriniz yirmi dizeyi de geçmemeliydi.
Sanatta yarışma düzenlemek, üstüne üstlük bir de konu sınırlaması yapmak benim sanattan anladıklarımla yüzde yüz ters. Evet insan memleketiyle ilgili bir şiir yazabilir. Ama sırf memleketi için yazmaz. Benim şiirlerimde Trabzon bir sokağıyla, bir semtiyle kendine yer edinebilir ancak tüm şiir Trabzon üzerine kurulamaz. Bu şiirin bendeki hissettirdiklerine aykırı.
O yüzden önce uzak durdum. Çünkü hakiki bir şiirin bu ortamda değer göreceğini düşünmüyordum. Yaklaşık birkaç hafta sonra yarışmaya katılmaya karar verdim. Madem yarışmayı onlar düzenliyordu, o zaman onların kurallarına göre oynamalıydım. Dörtlüklerden oluşan, ölçülü, uyaklı, Trabzon konulu ve bolca yerel ve ulusal figür içeren eksiksiz bir şiir. Benim için istemediğim bir şeyi yazmak kolay olmamıştı ancak iki aylık uğraşlarım sonuç vermişti. Bakın bakalım, bu şiir gerçekten bir özgünlük içeriyor mu? Yoksa iyi bir tekrar mı? Sizi şiirle baş başa bırakırken her dizenin ikinci harfini okuyarak şiirdeki tek özgünlüğü yani imzamı görebilirsiniz. Keyifli okumalar.
Ab su ma
Ruhumdaki seslerin aynadaki üç eşi
Ab-ı hayat, bengisu, sonsuzluğun güneşi
Kimsesiz kalplerdeki hiç dinmeyen ateşi
Artık söndürmek için çıktım bir yolculuğa
Aşarak Haldizen'i vardım göğün düzüne
Bin sızı var sırtımda bini de yeryüzünde
Biriken acıları yıkayıp can özümde
Araladım kentimin bahtını aydınlığa
Adıma su demişler, sis içinde damlayım
Sevinçlerle süzülen o kadim yağmurlayım
Ağasar dağlarından kıvrılan ırmaklayım
Birikiyorum sanki Fatih'in avucuna
İlmek ilmek işledim Trabzon'u baştan başa
Adımlarımda Yavuz, Kanuni, Kemal Paşa
Bir iz daha bırakıp dağa, taşa, kardaşa
Artık dönüyorum Karadeniz'in bağrına
Comments