Uzun zamandır Melih Cevdet Anday’ı okuyorum. Şiirleri, edebiyat yazıları, şiir hakkında yazdıkları, anıları, günlükleri, onun şiir dünyası hakkında incelemeler derken hatırı sayılır bir külliyat geçti elimden. Daha önce bahsetmiştim, bazı şairlerin şiirlerini okuyunca onu daha fazla tanıma hissi geçer içinizden. Bu yüzden şiir dışında kalan yapıtlarına da açılmaya başlarsınız. Bu istek içimde, geçmişten günümüze önce Tanpınar sonra Orhan Veli ardından da Melih Cevdet olarak belirmişti. Tanpınar’ın yapıtlarını okuduktan sonra onun düşün dünyasının bende bıraktığı izleri bir yazı dizisi olarak yayınlamıştım. Birkaç yıl önce Orhan Veli’nin tüm yapıtlarını okuduktan sonra edindiğim izlenimleri de yine benzer biçimde yazıya dökmek istemiştim. Ancak Orhan Veli’den Melih Cevdet’e geçişim o kadar hızlı olmuştu ki bu yazı dizisi epey gecikti.
Tarihin getirdiği bir birliktelik var. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat. Bu üç arkadaş edebiyat derslerinden duyduğumuz kadarıyla aynı şiir anlayışla yazan ve Garip şiiri diye adlandırılan dönemin yaratıcıları. Benim Orhan Veli üzerine yazamadan Melih Cevdet’e geçişimin de nedeni aslında. Anday olmadan, Orhan Veli eksik kaldığı için onu daha iyi anlama amacıyla çıktığım yolculukta süreç beni Anday’ı da anlama macerasının içine sürükledi. İyi de etti.
1937’de dönemin ünlü sanat dergisi Varlık’ın kurucusu Yaşar Nabi Nayır, kendinden önceki şiir anlayışlarından farklı bir çizgiyle ortaya çıkan bu üç arkadaşın şiirlerini bir araya toplar ve onlara “Şiir dünyamıza yeni bir hava getiren üç şair” olarak Varlık dergisinde yayımlar. Bunu takip eden yıllarda üç arkadaş birbirinden ayrı olsa da benzer anlayışla şiirler üretir ve 1941 yılına gelindiğinde ellerindeki şiirleri toplayarak bir kitap çıkarırlar. Kitabın adı “Garip” olur. Özünde bu ad şiirlerini pek de şiir gibi bulmayan insanların onlara taktığı addır. Yukarıda Nayır’ın bu şiirleri tanıtırken kullandığı başlık da o dönem dalga konusu olur. Anday bunu “O zaman bizimle şöyle alay etmişlerdi: ‘Bu üç şair ne getirdi?’ ‘Hava’ şeklinde anlatır.”
1941 ile 1945 yılları arasında askerlik ve hastalıklar nedeniyle bir araya gelmekte zorlanan üç şair Garip şiiri adına pek de verimli yıllar geçiremese de 1945 sonrası üretim hızı yeniden artar. 1949’a gelindiğinde Anday, o döneme dek öğreti olarak ortaya koydukları şiirden farklı biçemde bir şiir yazar: Tohum. Bu şiir Orhan Veli ve Oktay Rifat tarafından tepkiyle karşılanır. Anday bu konudan şöyle bahsediyor: “Kendimizi tekrar etmek tehlikesiyle karşı karşıyaydık. O zaman ben ‘Tohum’ şiirini yazdım. Arkadaşlarım iyi karşılamadılar bunu. Orhan Veli buruktu. Uzatmışsın, dedi. Oktay Rifat da bir akşam eşiyle bize geldi, bağırıyordu. Birlikteliğimizden ne diye vazgeçiyorsun, diyordu. Orhan Veli, Garip’in 2. Basımına yazdığı önsözde bizden dargın bir dille söz eder.”
1950 yılı boyunca Orhan Veli’nin önderliğini yaptığı Yaprak dergisinin yayın hayatı boyunca bu üçlü her şeye karşın yine bir aradadır ancak ortaya çıkış dönemlerinden ufak da olsa kimi farklar ve yeni denemelerle. 1950 yılında Orhan Veli’nin erken vefatı sonrası Garip şiiri de doğal sınırlarına ulaşmış ve yerini kendinden sonra geleceklere bırakmış olur.
Tabii ki Garip şiiri ve üç şairin yapmak istedikleri bu kısa özette tümüyle yer almıyor ancak amacım bundan sonra üzerinden uzun uzun duracağımız konular için bir zemin oluşturmak.
Orhan Veli vefat ettiğinde 36 yaşındaydı. Anday ise 87. Yaşıt olduklarını göz önüne alırsak Anday, Orhan Veli’den sonra tam elli yıl daha etkin biçimde üretmeyi sürdürme olanağı yakalamıştı. Dolayısıyla Anday’ın şiir haznesi de onun üzerine yazılanlar da ister istemez daha büyük bir hacme sahip. Genel geçer bilgi olarak Anday’ın Garip şiirine bağlı olduğu söylense de şiir dünyasının yalnızca on yıllık bölümü bu hareket altında toplanabilir. Geriye kalan elli yıl boyunca Garip’ten bambaşka bir anlayışta şiir ürettiği çok açık.
Bunu önce Sözcükler adıyla basılmış bütün şiirlerini okurken fark ettim. Bu farklılığı anlamak için Orhan Veli’den başlayalım. 1936’da bu üç şair kendi şiir anlayışlarıyla ortaya çıkmadan önce şiir dendiğinde şairlerin de okurların da aklında belli başlı bir çerçeve vardı. Ölçülü, uyaklı, önemli kişileri ve konuları anlatan, yüceyi arayan, kendi de başlı başına yüce bir sanat olan, herkesin öyle kafasına göre yazamayacağı bir anlayış. Bununla ilgili dönemin ünlü şairlerinden birkaç alıntı yapalım.
Bizdik o hücûmun bütün aşkıyle kanatlı;
Bizdik o sabâh ilk atılan safta yüz atlı.
Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle, Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!
Yahya Kemal’in 1930 yılında yayımlandığı Mohaç Türküsü adlı şiirinin ilk iki beyti. Aruz ölçüsüyle yazılmış, uyaklı, tarihimiz için önemli bir savaşın konu olduğu coşkulu bir şiir.
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Faruk Nafiz Çamlıbel’in 1925 yılında yayımlanan ünlü Han Duvarları şiirinin giriş bölümünden bir alıntı. Bu kez bizi hece ölçüsü karşılıyor. Yine uyak, coşku ve hitabet dolu bir biçem.
Yeşil pencerenden bir gül at bana, Işıklarla dolsun kalbimin içi. Geldim işte mevsim gibi kapına Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Ahmet Muhip Dıranas’ın 1941 yılında yayımladığı Serenad şiirinin ilk dörtlüğü. Bu kez tarihi ya da toplumsal bir olay konu edilmese de aşkın nasıl yüceltildiğini görebilirsiniz.
Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdıyan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Yine aynı yıl, bu kez Tanpınar’a dönüyoruz. Bursa’da Zaman şiirinin girişini, söz sanatlarını ve hülyalı anlatımı kolaylıkla görebilirsiniz.
Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Bu da o dönem üç maymunun oynandığı Nazım Hikmet’in ünlü Kuvayi Milliye Destanı adlı şiirinin Başlangıç bölümünden bir parça. Bu kez ölçü bulamazsınız çünkü serbest şiir olarak kaleme alınmıştır ancak yine uyak, coşku, yüce konular ve güçlü bir hitabet kendini olduğu gibi gösterir. Nazım Hikmet’e burada kısa bir parantez açalım. Döneminde değer verilmekten çekinilse de sonradan hakkı verilmiş bir şair olarak kendinden öncekilerde yer almayan serbest şiiri Türkçeye başarıyla uygulamıştır. Ölçünün yalnızca aruz veya heceyle değil tartımla, nefesle verilebileceğini göstermiştir. Bununla ilgili Sabahattin K. Aksal’ın “Şiir Üstüne Notlar” adlı şiirinde çok güzel bir dize bulunur: “Gerçekse dize düzenler solunumu.” Bu nedenle Nazım’ın şiirleri alışıldık anlamda ölçü içermese de okurken ölçüyü nefesiniz ayarlar.
Bu tarz pek çok örnek verebiliriz. Bu şiirleri okuyunca şunu fark edebilirsiniz. Konunuz aşk mı, o halde en yüce aşkı siz yazacaksınız. Konunuz tarih mi, o halde en yüce tarihi siz anlatacaksınız. Konunuz metafizik mi, o halde en yüce hissi siz oluşturacaksınız. Her ne yazarsanız yazın sıradan olmamalı, sokaktan geçen insan şiire girmemeli. Doğa en çok sizin şiirinizde yücelmeli, insanlık en çok sizinle anlam bulmalı. En kudretliyi, en mükemmeli yazmalısınız. Sıradan insanın, sıradan dilin, günlük uğraşların şiirde yeri olmamalı.
Böyle bir şiir anlayışının hâkim olduğu dönemde bin dokuz yüz otuzların sonunda bu üç şairin Varlık’ta yayımlanan şiirlerini okuyalım bir de.
I
Şiirlerimde sen olmadığın zaman
Onları neden bitiremiyorum?
II Balkonunun altında Düş kurarak uyuduğunu düşünmek Bana bu gece yalnızlığımı Ve mutluluğumu hatırlatıyor.
Anday’ın 1937’de yayımladığı Mutluluk Şiirleri adlı şiirin ilk iki parçası. İncelemeyi sona bırakıp Orhan Veli’den de bir örnek verelim.
I Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırdan çektiği kadar; Hatta çirkin yaratıldığından bile O kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allah’ın adını, Günahkâr da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi'ye
Kitabe-i Seng-i Mezar adlı şiirinin ilk bölümü. Ekim 1938’de yayımlanmış. Hız kesmeden devam edelim.
Nedir bu benim çilem Hesap bilmem Muhasebede memurum En sevdiğim yemek imam bayıldı Dokunur Bir kız tanırım çilli Ben onu severim O beni sevmez
Bu da Oktay Rifat’ın benzer yıllarda yayımlanan Tecelli adlı şiiri.
Buraya aldığım örnekler çoğaltılabilir. Daha ilk okuyuşta bu üç şiir ve üç şairin ne yapmaya çalıştığı özünde kabak gibi belli oluyor. Anday, mutluluğunu yalın bir dille anlatıyor. Neredeyse mutluyum demekle yetiniyor. Oktay Rifat, sıradan bir memurun yaşamını konu ediniyor. Hesap kitap bilmez, sevdiği kız kendini sevmez, en sevdiği yemek patlıcanla yapılır. Orhan Veli ise o dönemde alaya alına alına deyimleşmiş bir dize atıyor ortaya: Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
Üçü arasında bu şiir anlayışının savunuculuğunu en çok yapan Orhan Veli olduğu için en çok tepkiyi de alan o olmuş. Kitabe-i Seng-i Mezar şiiri, tepkilerin ikonikleşmiş şiiri sayılabilir. O güne kadar şiire Süleyman Efendi gibi sıradan bir insanın girmesi, ayağındaki nasırın, çirkinliğinin, basit yaşamının konu edilmesi görülmüş bir iş değildi. Şiir gibi soylu bir sanatın, insanın ayağındaki nasırdan konu açması olanaksız sayılırdı. Orhan Veli ve arkadaşları bu kalıplaşmış düşünceye karşı çıkmışlardı. Şiir her şeyi konu edinebilir.
1941’de yayımladıkları Garip adlı kitabın önsözünde sonlara doğru şöyle diyor: “Mısracı zihniyet, bize mısraların olduğu gibi, onun parçaları olan kelimelerin de incelenmesi imkanını verir. Kelime üzerinde düşünmek, onun güzelliğini yahut çirkinliğini saptamaya çalışmak; şiire kelime halinde soyut bir şiir unsuru algısı getirmiştir. Yüz kelimelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile tek bir güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunların oluşturduğu bina güzeldir. Bunun dışında gümüş, agat, helyotrop gibi malzemelerden inşa edilmiş bir bina düşünelim. Eğer bu bine, maddelerinin taşıdğı güzellik dışında bir güzelliğe sahip değilse sanat eseri sayılmaz. Görülüyor ki özünde güzel olan kelimenin şiire malzemelik etmesi şiir için bir kazanç değil. Eğer söyleniş tarzlarını, kullanılış şekillerini beraberinde getirmeselerdi bunları şiire zararı da olmazdı. Fakat ne yazık ki o kelimeler ancak belirli şekillerde söylenebiliyor. Yani kendi edalarını kendileri belirliyor. İşte eski şiirin yukarıda bahsettiğim özelliği bu edadır. Adı da ‘şairane’dir.”
Bize yeni bir ufuk açıyor. Mutluluğunuzdan bahsetmek istiyorsanız, bunu söz sanatlarına boğarak o güne dek kalıplaşmış sözlerle anlatmak zorunda değilsiniz. Mutlu olduğunuzu söylemeniz yeterli. Aşktan mı söz açacaksınız, âşık olduğunuzu söylemeniz yeterli. Gül, bülbül hikayesine bağlanmanız gerekmiyor. Bir ağacın güzelliğini mi anlatacaksınız, ağaç kendi başına yeteri kadar güzeldir, onu başı göğe eren servi diyerek yüceltmenize gerek yok. Her konu için kendine ayrılmış birkaç sözcük ve kalıplaşmış sözü kullanırsak özgün olanı nasıl buluruz? Sokaktaki insanın şiire girmeye değeri yoksa şiirlerimizi kim okuyacak? Orhan Veli tüm bu söz sanatlarına, sözcük oyunlarına, önceden kabul görmüş şiir kalıplarına itiraz eder ve bunu ‘şairanelik’ olarak adlandırır. Şair olmadan şair taklidi yapmak.
Bunun için Garip şiirleri yalındır, süssüzdür. Büyük iddiaları yoktur. Bir yönüyle Sait Faik’in öykülerine benzetirim. Bir adam evden çıkar, iki sokak aşağı yürür, manavdan portakal alır, sahile iner, bir kadeh rakı içer, aylak aylak yürür ve evine geri döner. Hikayenin özü budur ama onu okutan bütününe yayılmış özgünlüktür.
İnsanlar o dönem de dahil olmak üzere bu şiir anlayışı için aynı cümleleri kullanır. “Ne var bunda, bunu ben de yazarım.” Şiirlerin başarısı da budur zaten. Elinize kalemi alınca öylesini yazamazsınız. Az yazmak, basit yazmak zordur. Bunu ben de yaparım hissini oluşturansa şairinin bu konudaki becerisidir.
Peki ortaya attıkları düşünce ile ürettikleri şiirler her zaman koşut ilerlemiş midir? Elbette hayır. İlerleyen yazılarda da hangi şiirlerde bu amaçlarından saptıklarını ve kendilerinin de öz eleştiri yaptığı noktalardan bahsedeceğim. Şimdilik görüşmek üzere.
Comentarios