top of page

Ölçüsüzlüğün Garip Ölçüsü

Yazarın fotoğrafı: Nurullah Samet YılmazNurullah Samet Yılmaz

Önceki yazıda Garip şiirinin hangi koşullarda ortaya çıktığını ve ana amaçlarını konuşmuştuk. Daha çok Orhan Veli’nin şairenelik olarak adlandırdığı taklitçi şiir anlayışından bahsetmiştik. Bu yazıda şaireneliği ortadan kaldırmak için neden ölçü ve uyağa karşı tavır alındığını, bunu yaparak başarılı olup olunamadığını tartışacağız.


Şiirin Dönüşümü


Her dönem kendinden sonraki için eskir. Sanattan ve onu üreten kişiden beklentilerimiz değişir. Bu dönüşüm gelişmenin olmazsa olmaz bir aşamasıdır. Garip şiiri de kendinden önceki dönem için bu anlamda yeni deneylerin yapıldığı bir alan sayılabilir. Pek tabii kendi yazınımız ölçüsünde… Kırkların ortasından yaklaşık yüz yıl geriye gidildiğinde genel geçer şiir kurallarına bağlı kalınmadan bizim yazınımızda kendine ancak ellilerin sonundan itibaren yer bulabilen şiir anlayışları çoktan Rimbaud tarafından denenmiş ve eskitilmişti.


Ölçü ve uyağın ne günahı vardı da şiirin dışına çıkarıldı? Özünde bu sorunun yanıtını bulmak için başka bir soru sormamız gerekiyor. Ölçü ve uyak ne oldu da şiirin içine sokuldu?


Şiir binlerce yıldır süregelen bir uğraş. Bu dönemlerin her birinde de başka bir amaçla yoğrulmuş. Homeros’un yazdığı şeylerin adına da şiir diyoruz, Shakespeare’in sonelerine de, Fuzuli’nin kasidelerine de, Yunus Emre’nin dörtlüklerine de, Orhan Veli’nin yazdıklarına da… Her birinin adı şiir ancak her birinin yazın tarihinde şiirin aynı noktasına temas etmediği çok açık.


Homeros döneminde şair aynı zamanda bir hikâye anlatıcısıydı. Bir bilgindi, filozoftu ve çoğu zaman devlet adamıydı. Şiir ise aynı zamanda bir tiyatro oyunu, bir mit ya da didaktik bir eser olarak var oluyordu. Sahne üstünde sergilenen sanatlar çoğunlukla şiir biçiminde üretiliyordu. Buradaki şiir biçimi kullanımını bir kenara iliştirerek devam edelim.


Kendi yazınımıza eğildiğimizde ise şiir temelde iki ana kolda ilerliyordu. Divan şiiri ve halk şiiri. Lise edebiyat derslerini hatırlayalım, aşırı ayrıntıya girmeden, divan şiiri soyluydu. Padişahlara okunurdu. Allah, peygamber ve din sevgisi anlatılırdı. Şairi Türk olsa da dili Farsça ağırlıklı Arapça ve Türkçe karışımıydı. Sıradan bir Türk vatandaşının bu şiirleri anlaması için basbayağı ikinci ve üçüncü dili bilmesi gerekirdi.


Burada Divan şiirine biraz parantez açalım. Biçimi Fars şiirinden alınmış, dili ise az önce bahsettiğimiz gibi karma yapıdaydı. Türk devletlerinin çoğunun resmi dillerinin Farsça olduğu bir dönemde ortaya çıktığı düşünülürse bugünkü yabancı dil hayranlığının ya da bir adım geri çekilerek yabancı kültür baskınlığının sonucu olduğunu düşünüyorum. Burada kafamı kurcalayan tek konu şu aslında. Zaten döneminde Fars edebiyatında bu şiir biçimi pek çok örnekle yaşarken bunu kendi yazınımıza taşımanın bize olumlu katkısı var mıydı? Bugün geriye dönüp kaside, gazel türündeki eserlere bakıldığında dünyada Fars edebiyatı mı daha çok okunuyor yoksa Divan mı? Benimki bir soru, bir ön yargı değil. Yanıtını merak etmekle birlikte parantezi burada kapatalım.


Tanzimat şiirine gelindiğindeyse bu kez eski şiir biçimiyle yeni içerikler denenmeye başlansa da bu dönemde şiirle uğraşıp günümüzde halen daha ayakta kalabilmiş şair sayısı neredeyse yok. Her biri bir ya da iki şiiriyle Abdülhak Hamit, Ziya Paşa, Cenap Şehabettin, Tevfik Fikret.


Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise işin rengi biraz daha değişiyor. Bu kez Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi divan şiirinin biçimiyle yeni ve daha güçlü içerik denemeleri olan şairlerle halk şiiri biçimini kullanarak yeni içerikler üreten bir önceki yazımızda bahsettiğimiz şairler ortaya çıkıyor.  Her şair kabul görmüş bu biçim denemeleriyle yoluna düzülmüşken ortaya çıkan bu Garip şiiri de gerçekten alışılagelmiş şiir biçimi içinde garip duruyor. Çünkü, biçim yok!


Bu gerçekten de bir başkaldırı. Hele de kendinden önce örneği olmaması nedeniyle rezil olma olasılığı çok yüksek bir deney. Anday kendi şiirinin bu dönemi için “Bizim hocamız yoktu.” diyor. Ortaya sağlam ve güçlü bir fikirle çıkmak kadar bunu başarıyla uygulayıp teoride olanı iyi birer ürüne de dönüştürmek gerekiyor. Bunu daha önce yapmadıysanız ve sizden başka da yapan olmadıysa ortaya gerçekten de bir garabet çıkabilir.


Ölçü ve Uyak


İlk bölümde şiir biçimi diye bir kullanımdan bahsettim. Şiirin görüntü olarak neye benzemesi gerektiğine ilişkin bir kalıp. Dışarıdan bakınca bu bir şiir, dedirtecek bir bütünlük. Bu yıllar için beyit, kaside, gazel, koşuk, rubai gibi farklı adlar almışsa da belirli bir şekil ihtiyacı varlığını korumuş.


Peki şiirin şiir olmasının alametifarikası şekli midir? Garip’e göre şiir; ne içerikle ne biçimle ne de söz sanatlarıyla sınırlanabilir. Bu onu zenginleştirmek bir yana kısırlaştırır ve belli bir alanın içine hapseder. Bunun sonucunda da kendini tekrar eden, hiçbir yeni iddiası olmayan özgünlükten uzak, özünde birbirinin aynısı metinler çıkmasına neden olur. Bunu şöyle açalım.


Şu an çağdaş şiir nasıl bir şey desem, hemen herkesin aklına düz yazıya benzeyen, ölçünün uyağın olmadığı, çoğunlukla ne denmek istediğinin de anlaşılmadığı bazen çok uzun bazen de çok kısa metinler gelir. Böyle bir metin karşısında da şiirle çok ilgili olmayan biri “Bunu ben de yazarım.” der.


Şimdi tarihi yüz yıl geriye alalım ve Tevfik Fikret’in yanına gidelim. Onun döneminde ise şiir denince akla, aruz ölçüsüyle yazılan uyaklı ve debdebeli metinler gelirdi. Çağdaş şiir diye tanımladığımız az önceki özelliklerin hiçbiri henüz kendine yer bulmamıştı. Böyle bir çağda şiir ve düz yazının farkları ve zorlukları hakkında Tevfik Fikret’in ne söylediğine bakalım.


“…emin olunuz ki nesir nazımdan güçtür. İspatı pek kolay! Kendinize bir zemin-i münasip intihap edin, onu bir kere nazman, bir kere nesren -fakat itina ile- ifade etmek isteyin; görürsünüz ki manzumeniz hal-i hazırı ile bila tashih ve tadil tab’ımızı hoşnut ettiği halde, makale-i mensureniz hoşunuza gitmek, vicdanınızı hakkı ile memnun etmek için daha birçok tay ve ilaveye, imha ve inbata muhtaçtır… nakıstır.” “…nazmı kolayca sevdiren şey, onu ilk nazarda güç zannettiren vezin ve kafiye külfetidir. Ne kadar basit bir sebep! Nazmın fikre ait birçok nevakisi bu güçlükler sayesinde karin-i aff-ü mazeret olur. Nesirde haşiv namı vererek sözlerimizin arasından tardetmeye kalkıştığımız fazalatın emsalini nazımda bittabi iyi tertib edilmiş olmak şartıyla levazım ve mütemmimat-ı kelamdan addile ibka ve muhafazaya çalışırsanız ve bunu tabiatınızın şevki ile bila teemmül ve gayri ihtiyari bir surette yaparsınız.”  


Özetlersek Tevfik Fikret diyor ki düzyazı, şiirden zordur. Aynı konuyu bir düzyazı bir de şiir olarak ele alın. Şiir haliyle sizi tatmin ederken düzyazı haliyle memnun etmesi için birçok ekleme çıkarmaya gerek duyarsınız. Şiiri kolayca sevdiren ve aynı zamanda onu ilk bakışta güç zannettiren şey ölçü ve uyaktır. Halbuki ölçü ve uyak çok kolaydır. Düzyazıda üstesinden gelemeyeceğiniz fikir eksikliklerini örter, hataları bağışlatır. Ama bunu düzyazıda yapma olanağınız yoktur.


Tevfik Fikret’in bu düşüncesini biraz irdeleyince ortaya şu sonuçlar çıkıyor. Bir konu üzerinde ölçülü ve uyaklı bir metin düzenlerseniz, içinde kayda değer bir düşünce barındırmasa bile bir şiir olarak gayet yeterli olabilir.


Çağdaş şiir için yöneltilen anlamsızlık ve şekilsizlik eleştirilerinin hepsini alıp Fikret’in bu sözlerinin ardından sormamız gerek. Bir konu çevresinde belli kalıplarla yazılmış şişirilmiş bir metin nasıl şiir sayılabilir? Ölçüyü ve uyağı içinden çektiğimizde ortaya yine bir garabet çıkmaz mı? Bu metin, bu işlergeyle oluşturulduğunda nasıl şiir sayılır? O halde iyi şair diye adlandırdığımız kişi iyi bir söz sanatı cambazı mıdır?


Sorular çoğaltılır. Her birinin yanıtının da bu kadar basit olmadığını az çok çıkarabilirsiniz. Yani çağdaş şiir yalnızca sözcükleri rastgele yan yana dizmekten ibaret değilse, şiire şiir özelliğini veren de ustalıkla yapılmış söz oyunlarının alt alta yazılması demek değildir.


Ölçü ve uyak konusundaki bireysel düşüncem Garip şairlerine birçok noktadan temas etse de birkaç noktada ise ayrılıyor. Ben de bir şiiri, şiir yapan şeyin bu ikisi olduğunu düşünmüyorum. Bunlarsız şiir yazılabileceği de pek makul ve gerçek. Ayrıldığımız nokta ise, bunlarla da şairanelik yapmadan şiir yazılabileceği düşüncesi.


Ne demek istiyorum? Okurken beğenime hitap eden pek çok ölçülü ve uyaklı şiir var. Bu durum Garip şairlerinin kendi beğenileri için de geçerli. Hem Orhan Veli’nin hem de Anday’ın dergi yazılarını okuyunca döneminde bu tarzda yazan Cahit Sıtkı, Dıranas gibi şairler için övgülerini görmek mümkün.


Ölçünün Zorlaması


Benim için durum şundan ibaret. Şiirin çağladığı yatağın yolunu açmak ve onu kısıtlamamak. Kendini ben yalnızca ölçülü ve uyaklı şiirler yazacağım şeklinde ön kabulle şiire veren şairlerin bazı eserlerinin zorlama olduğunu fark edebilirsiniz. Ahmet Muhip Dıranas’ın sevdiğim şiirlerinden birine bakalım. Esenlik size şiirinin üçüncü ve altıncı dörtlüğünü okuyalım.


Size geceyi de öğrettim Onda düşlerle çoğaldınız; Yaşantıda yorgun ve yalnız Değilsiniz; sizi ürettim.

(…)

Sizi ölümle perçinledim Bana...ve sımsıkı ve sıcak; Üşürdünüz ah, çırılçıplak Ölüm döşeğinde; önledim.

Dizelerde duraklar değişmekle birlikte her dize dokuz heceden oluşuyor. Hece ölçüsüyle yazılan şiirlerde her dize kendi içinde anlamlı bir bütün oluşturur. Bu kendinden önceki veya sonraki dizeyle bağlantı kuran bir tümleç de olabilir kendi başına başlayıp biten bir cümle de. Şiiri okurken de her dize sonunda bir es vererek ahengin dilinizde titreşmesi gerekir. Şimdi ilk dörtlüğün üçüncü ve dördüncü dizesine bakalım. Görüntü itibariyle iki ayrı dokuz heceli dize olarak yer alsa da anlam açısından aslında üçüncü dize dördüncü dizenin başına taşmış. Şairin üçüncü dizede söylemek istedikleri dokuz heceye sığmadığı için ölçünün ona dur dediği yerde söyleyemediklerini bir sonraki dizeye aşırmış. Bir sonraki dörtlükte de bu durumu ele alırsak aslında ölçü diye bir zorunluluğu olmasaydı şiiri şöyle yazması gerekecekti:


Size geceyi de öğrettim Onda düşlerle çoğaldınız; Yaşantıda yorgun ve yalnız değilsiniz; Sizi ürettim.

Sizi ölümle perçinledim bana... Ve sımsıkı ve sıcak; Üşürdünüz ah, çırılçıplak ölüm döşeğinde; Önledim.


Ölçünün şairi kısıtlayıcı bir duruma gelmesinden kastettiğim tam olarak bu. Dizeyi yazmaya başlıyorum ve bakıyorum ki o dizede söylemek istediklerim bitmemiş ama ölçünün bana ayırdığı satır dolmuş. Bitmemiş sözlerimi de alıp bir sonraki dizeye iç güveysi oluyorum. Ortaya okurken düzenlendiğim gibi bir şiir çıkıyor ama yazarken cendereye sokulmuş bir şiir. Zorlama olmaktan kastım bu.


Bu durumun bir de tersi var ki bunu daha tehlikeli buluyorum. Ölçüye uymak için sözcük eklemek. Ölçünün kısıtlamasının gözümde bağışlanması daha kolay ama bu durum için ne denebilir? Şairin içinden ilk iki dize dokuz hece ile akmış ve üçüncüye gelindiğinde bu kez yedi heceli bir söz çıkmışsa, bu kez şair ne yapmalı? Ölçü bir zorunluluk olarak aklınızın köşesinde kılıcıyla bekliyorsa o dizeye söyleyecekleriniz bitmiş olmasına karşın sırf boşluğu doldurmak adına orada olmaması gereken bir sözcük bulursunuz. İşte şiiri, şiir olmaktan uzaklaştıran bir durum daha.


Buraya da Tanpınar’dan bir örnek verelim. Otuz yıl boyunca bir türlü son halini veremediği ve sağlığında yayımladığı tek şiir kitabına almadığı Eşik adlı şiiri hakkında kendi sözlerinden bir parça alalım ve üzerinde çalıştığı bu şiir hakkında Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektubun bir bölümünü okuyalım.


“İkinci kıta dolmadır. Ne sen ne ben ne dostlar yutar. Yalnız birinci mısrayı seviyorum. Beyaz bir şey…

Mısraların beyaz bekaretinde

Fakat şöyle de olabilir:

Mısraların ürkek bekaretinde (karanlığında)

Yine birinci kıtayı şöyle değiştirmek istedim:

Çöreklensin/Külçelensin diye bu altın ejder Gecenin kanayan yalnızlığından Başında sarardı lambam, saatler…


Fakat ne çare ki ‘yalnızlığında’nın kafiyesi yok. Bir ‘yığında’ kelimesi var. O da benim işime gelmiyor.”


Şimdi Tanpınar’ı sevmekle ve üstad-ı azam olarak görmekle birlikte, kabul edemeyeceğim birçok şeyi de içinde barındıran bir anlayışa gelmiş olduk. Neresinden tutsam elimde kalıyor. Sırayla gidelim. Şair, şiirinin ikinci kıtası için dolmadır, diyor. Bunu kimse yutmaz diyor. Haydi bakalım. O zaman bu basbayağı şiir değildir. Bunun burada işi ne?


Mısraların beyaz bekaretinde yerine karanlığında da diyebilirim, diyor ama karanlığında derse ona uyak bulamayacağından yakınıyor. Aklına gelen tek seçenek de hoşuna gitmemiş. Peki o zaman soru gelsin. İçinden ‘Mısraların ürkek yalnızlığında’ deme isteği gelen şair ne olur da şiirinin devamını getiremez? Yanıt, uygun kafiye bulunmadığından. Peki uygun kafiyeyi bulması ne anlama geliyor? Orada olmaması gereken bir sözcüğün sırf uyak denk düştüğü için orada kendine yapay bir yer edinmesi. O halde son soru gelsin: Bu süreçte ortaya çıkan bu ölçülü ve uyaklı metin şiir midir?


Yazının daha fazla uzamaması için burada keselim. Genel olarak Garip’in ölçü ve uyağa neden karşı olduğunu kendi penceremle harmanlayarak örneklerle açıklamaya çalıştım. Sonraki yazıda ise Garip şiirinin dilini, iyi ve kötü örneklerini konuşacağız. Görüşmek üzere.

 

11 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page